11 Eylül 2009 Cuma

Bendeniz ve Marco Polo - Paul Griffiths

Tembellik ve üşengeçlik... Bu kelimelerin müthiş bir sosyo ekonomik ve pato mitolojik incelemesine girişebilirdim ancak bizzat kelimelerin kendisi bunu yapmamı engelliyor. Bu sebeple neden 3 aydır satır yazı girmediğimi açıklamaktan vazgeçiyorum ve taaa Mayıs başında bitirdiğim Bendeniz ve Marco Polo isimli kitaba geçiyorum.
Paul Griffiths İngiliz asıllı bir yazar, müzik eleştirmeni ve librettist (libretto opera gibi sanatlarda kullanılan yazıya verilen isim).1982 ile 2005 yılları arasında sırasıyla The Times, The New Yorker ve The New York Times'ın müzik eleştirmenliği görevini yürütmüş. Bunun yanında, başta Bendeniz ve Marco Polo olmak üzere, 4 adet romanı ve bahsedeceğim kitap üzerine kurulu Marco Polo isimli eseri de içeren 4 adet librettosu bulunuyor.
Bendeniz ve Marco Polo Griffiths'ten okuduğum ilk kitap (Griffiths'in sadece 4 kitabı, bunun yanında okunması gereken binlerce kitap, benim ise tek bir ömrüm olduğu düşünülürse son olması da büyük ihtimal). Kitabın konusu kısaca şöyle: Marco Polo ve Rustichello da Pisa (Pisa'lı bir yazar), Ceneviz zindanlarında birarada bulunmaktadırlar. Zindanlarda Marco Polo, Rustichello'ya anılarını dikte ettirmeye başlar. İşte buraya kadar ki kısım tarihi gerçeklikle birebir uyumlu. Bu noktadan sonra alternatif bir süreci başlatıyor Griffiths ve Marco Polo'nun anıları ironilerle, mistik öğelerle, fantastik unsurlarla dolu bir anlatıma dönüşüyor.
Kitap aslında karmakarışık. Okurken çoğu zaman şaşırıyor, "Neye geçtik ya şimdi biz?" derken buluyorsunuz kendinizi. Kitap bir yere kadar Rustichello'nun ağzından ilerlerken bir noktadan sonra Polo ele geçiriyor kalemi. Ayrıca Marco Polo'nun anlattıklarında okumayı ayrı biz zevk haine getiren müthiş fantastik öğeler mevcut. Bütün bunların yanında absürdlük de var kitapta. Örneğin bir noktada televizyonda verilen reklamlarla ilgili bir anlatım giriyor araya ve okuyucu apışıp kalıyor. Ama bütün bunlar kitaba kendine özgü tadını veren şeyler. Açıkçası ben okurken büyük bir zevk aldım ve vakit ayırabilen herkese de tavsiye ederim bu kitabı.
Evet efenim, 3 aydan sonra bir kitap yazdım ve şöyle bir göz attım ki blogu devam ettirmek istiyorsam yazmam gereken 10-11 kitap varmış günümüze kadar okuduğum. Dur bakalım işallah olacak bir şeyler... E hadi sağlıcakla kalın şimdilik.

19 Haziran 2009 Cuma

Veba - Albert Camus

Bir aydan fazla olmuş yazı girmeyeli. İşte finaller, dertler, tasalar falan... Bahane uydurmayın bana, tembellikten oldu hep. Neyse yazıyorum şimdi.
Bu seferki yazı göreceli olarak kısa olacak; çünkü Camus'u Yabancı'yı yazarken tanıtmıştım. Bu sebeple yazarı tanıttığım kısmı atlayarak doğrudan kitabın incelemesine geçeceğim. Arzu eden öncelikle "Yabancı - Albert Camus" yazısını okuyabilir.
Veba Cezayir'deki Oran şehrinde geçiyor. Şehrin insanlarının insanlığın geri kalanından pek bir farkı yok aslında. Gündüzlerini para kazanma hırsıyla tüketip akşamlarını kafelerde, sinemalarda, bulvarlarda neşe bulma umuduyla geçiriyorlar. Başlarında bir dert olmadıkça, ne iyi ne de kötü yönlerini görebiliyoruz bu insanların. Sadece yaşama dertleri hissediliyor.
Oran'da böylesi sıradan bir yaşam sürerken şehirde ölü fareler belirmeye başlıyor. Kitabın ilk bölümü tipik bir insan davranışına ayrılmış aslında: göz ardı etmek. Oran şehrinin insanları hiçbir şey yokmuş gibi hayatlarına devam ediyorlar. Dahası, bu duruma karşı erkenden harekete geçmeleri gereken yetkililer de ayak sürüyor, hatta şehrin doktorlarının bir çoğu onların bu "Bir şey yoktur" tavrına destek oluyor. Sonuçta şehirde bir veba salgını baş gösteriyor ve yetkililer daha fazla geçiştiremeden şehri karantinaya alıyorlar.
Kitabın ikinci kısmı insanların kendi şehirlerinde hapis kalışları ve böylesi büyük bir felakete verdikleri tepkiler üzerine kurulu. Şehrin sakinleri önceleri, resmi karantinanın ağırlığına rağmen, felaketi hala göz ardı etmeye çalışıyorlar. Fakat bu uzun sürmüyor ve büyük bir felaketle karşılaşan her kitlenin düştüğü duruma, derin bir umutsuzluğa düşüyorlar. Bu noktada Peder Paneloux öne çıkıyor. Paneloux, insanlara vebanın günahlarının cezası olarak Tanrı tarafından gönderildiğini anlatıyor, vebanın ancak Tanrı'ya tam bir bağlılıkla yok edileceğini iddia ediyor. Paneloux'un bu din eksenli, cezalandırıcı, karamsar bakışı insanların umutsuzluk devresinin simgesi.
Ancak veba salgınının başından beri felaketi sona erdirmek için çırpınan insanlar da var. Bunların en önemlileri olan Dr. Rieux, Jean Tarrou ve Joseph Grand bir güç birliği kurarlar ve insanlara umut aşılamaya çalışıyorlar. Sonuçta şehir halkı kenetlenmeye, birlik olmaya başlıyor ve umut karamsarlığa galip geliyor.
Camus'un romanında kitlelerin felaketler karşısındaki tutumları son derece isabetli ele alınmış. İnsanların ilk sıraya kendi bireysel çıkarlarını koymalarını, ancak felaketlerin doruk noktalarında ve aklı başında kişilerin çabalarıyla toplumsal dayanışmaya dönmelerini çok iyi gözlemliyor Camus. Veba'yı okurken, insanların felaketlerden kurtulmak ya da ilerlemek için toplumsal dayanışmaya gereksinim duyduğunu ama felaketler biter bitmez kendi bireysel çıkarlarına koşa koşa geri döndüklerini bir kez daha anlıyorsunuz.
Bunun yanında Veba'da arka planda din/dogma - mantık/akıl çatışmasının resmedildiği de bir gerçek. Bir tarafta, vebanın insanların günahlarından çıktığını, ölenlerin günahkar olduğunu, felaketin tapınmayla uzaklaştırılacağını savunan ve insanları pasifizme sürükleyen Peder Paneloux; öteki tarafta yılmadan bilimin yol göstericiliğinde çabalayan, aklı ile yol bulmaya çalışan Dr. Rieux. Bu iki zıt karakterin çatışması ve sonuçta Rieux'un galip çıkması, bize Camus'un bu konuya bakış açısını da veriyor.
Evet sevgili okuyucularım, geç oldu biraz ama bir eleştiriyi daha bitirdim. Umuyorum fazla ara vermeden güzel bir zaman-mekan karmaşası olan Bendeniz ve Marco Polo'yu (Paul Griffiths) inceleyeceğim. Şimdilik görüşmek üzere.

12 Mayıs 2009 Salı

Hocus Pocus - Kurt Vonnegut -II

Ve ikinci kısıma geldi sıra, yani kitabı incelemeye ("neyin ikinci kısmı ya?" diyenler lütfen önce bir önceki yazıyı okusunlar).
"Sevgili kitap eleştirmenimiz. Neden yazarı anlattığın kısımda kitabın kapak resmi varken, kitabı anlattığın kısımda Vonnegut amcanın resmi var?" diye sormayın; ben de farkındayım, canım sıkkın.
Birinci kısımda Vonnegut'un üslubundan, konularından ve kahramanlarından bahsettiğim için doğrudan kitaba giriş yapıyorum.
Hocus Pocus bir önceki yazıda bahsettiğim Vonnegut tarzına cuk oturan bir kitap. Kahramanımız Eugene Debs Hartke (Amerikan işçi lideri Eugene V. Debs ve savaş karşıtı senatör Vance Hartke'ye ithafen), Vietnam Savaşı'nda yer almış, "Ruling Class" dışında yer alan bir kişi. Başından geçen olaylar, peşpeşe sıralanan ve sadece bir tanesi bile normal bir insana fazla gelecek tarzda olaylar. EDH'de neredeyse bütün Vonnegut başkahramanlarında göze çarpan özellik mevcut: topluma karşı çıkmak istemek ama bunu nasıl yapacağını bilememek, kendini savunamamak, kendi içlerindeki düşünce zincirlerinde son derece kaliteli yargılara varırken toplum temsilcileriyle yaptıkları konuşmalarda silik kalmak... Ve bu özellikler EDH'nin elini kolunu bağlıyor. Cahil ve kibirli "Yöneten Sınıf" temsilcilerine isyan etmesi, onlara ağzının payını vermesi gerekirken bunu yapamıyor örneğin; ancak bize içini dökmekle yetinebiliyor ve bir de kendisinin yapamadığını yapan bir kadını övmekle.
EDH'nin Vietnam Savaşı'na gidişini kendisi değil babası belirler. Toplumun gözünde yüksek bir yere sahip olmak isteyen babası oğlunun askeri akademiye gitmesini sağlar. Vietnam Savaşı hayatının en önemli dönüm noktalarından birisidir EDH'nin ve savaştan döndükten sonra Vietnam'daki üstlerinden biri tarafından profesör olarak işe alınır.
EDH'nin işe başladığı kolej, soyunda genetik olarak öğrenme engeli olan bir zengin tarafından kurulmuştur ve ülke genelindeki zenginlerin öğrenme engelli çocuklarını eğitmektedir. Buradaki profesörlüğü sırasında EDH'nin önce kayınvalidesi, ardından da karısı genetik bir hastalık sebebiyle delirirler. Bu da yetmez, EDH kendisini takip eden ve konuşmalarını gizlice kaydeden bir öğrencinin iddiaları yüzünden (daha çok "yöneten sınıf"a düşman olduğu gerekçesiyle) okuldan atılır. O da çareyi biraz ilerideki hapishanede öğretmen-gardiyan olmakta bulur. Ancak absürd olaylar peşini bırakmaz ve hapishaneden toplu kaçış olur. Kaçan mahkumlar kasabayı ve koleji işgal ederler, birçok insanı öldürürler. Olaylar yatıştıktan sonra EDH de mahkumlara yardım ettiği gerekçesiyle hapse atılır. Bize de bütün bunları hapishane (daha önceki kolej) kütüphanesinde bulduğu kağıtlara yazarak iletmektedir.
Vonnegut'un kitabı tadından yenmiyor açıkçası (bakmayın ben iyi anlatamadım, böylesi kitapları özetlemek falan çok zor). Olayların absürdlüğü bir yana, kahramanın bunları sunuş biçimleri, bunlar üzerine düşünceleri ve kurduğu cümleler suratınızda her zaman bir sırıtmanın durmasını sağlıyor. Ama daha önceki yazımda belirttiğim gibi Vonnegut kara mizahın ustasıdır ve her kitabı gibi "Hocus Pocus"ta da kemikleşmiş, kahredici sorunlara ve çürümüşlüklere sırıtıyor ve aynı zamanda üzülüyorsunuz.
Vonnegut'un üstünde durduğu noktaların, verdiği mesajların haddi hesabı yok. Aslında kitaptan bir çok alıntı yazdım bir kenara ve hepsini de size iletmek istiyorum, ama tabi ki o kadar uzun bir yazıya dönüştürmeyeceğim bunu. Bu sebeple sadece belli başlılarının üstünden giderek size Vonnegut tarzını ve verdiği mesajları göstermeye çalışacağım.
Vonnegut'un çevreye çok önem veren bir yazar olduğundan bahsetmiştim. Kitaptaki en sevdiğim yerlerden birisi insanların çevreyi yokedişlerinin üzerine. Vonnegut gezegenin sonunu getirdiğimizde kapanışı şu sözlerle yapabileceğimizi söylüyor:
"WE COULD HAVE SAVED IT,
BUT WE WERE TOO DOGGONE CHEAP"
Ve "yöneten sınıf"... Vonnegut'un üst sınıfa en çok yüklendiği romanı "Hocus Pocus" (Son romanı Timequake'i okumadım. Belki onda da yapıyordur bunu). Kitabın çoğunda EDH'nin sınıflar üzerine yaptığı yorumları görüyoruz zaten. İşte onlardan birisi:
"The trouble with the ruling class is that too many of its members were nitwits."
Bir sonraki alıntım hem "yöneten sınıf"a bir yüklenme, hem de Amerikan finansal sisteminin ağır bir eleştirisi. Bu cümleleri Japonlarca satın alınmış bir hapishaneyi yönetmesi için Amerika'ya gönderilmiş Hiroshi Matsumoto'dan okuyoruz:
"They looted your public and corporate treasures, and turned your industries over to nincompoops. Then they had your Government borrow so heavily from us that we had no choice but to send an Army of Occupation in business suits. Never before has the Ruling Class of a country found a way to stick other countries with all the responsibilities their wealth might imply, and still remain rich beyond the dreams of avarice. No wonder they thought the comatose Ronald Reagan was a great President!"
Vietnam Savaşı'yla ilgili bir kısım ise sadece bu berbat savaşın temellerini göz önüne sermekle kalmıyor aynı zamanda derinleşerek insanlığın sorunlarına uzanıyor:
"The Vietnam War couldn't have gone as long as it did, certainly, if it hadn't been human nature to regard persons I didn't know and didn't care to know, even if they were in agony, as insignificant. A few human beings have struggled against this most natural of tendencies, and expressed pity for unhappy strangers. But, as History shows, as History yells: 'They have never been numerous!'
Another flaw in the human character is that everybody wats to build and nobody wants to do maintenance.
And the worst flaw is that we're just plain dumb. Admit it!
You think Auschwitz was intelligent?"
Ve son alıntım olarak, yorumları size bırakarak, kitabın kapanış cümlesini sunuyorum:
"Just because some of us can read and write and do a little math, that doesn't mean we deserve to conquer the Universe."
Hepinize Vonnegut'un sadece bu romanını değil bütün romanlarını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Emin olun Vonnegut bir insanın hayatında yeni ufuklar açabilen o büyük yazarlardan birisi.
Eveeet... Biliyorum bu yazı biraz uzun oldu ama bu seferlik mazur görün. Ayrıca sonuna kadar okuduğunuz için de teşekkürleri sunuyorum. Bir dahaki yazımda görüşmek üzere diyorum. Son olarak, iki sene önce gezegeni terk etmiş olan (muhtemelen Tralfamadore'a gitmiş) Kurt Vonnegut önünde saygıyla eğiliyorum ve onu, kitaplarında ölenler için kullandığı o ünlü deyişiyle uğurluyorum. So it goes...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Hocus Pocus - Kurt Vonnegut -I

Evet evet eveeet!.... Merakla beklediğiniz, "yahu nerede kaldı favori blog yazarımız?" dediğiniz bendeniz geri döndüm sonunda. Malum efendim, sınavlardı falan. Ayrıca siprink breyk vardı ve peşinden yıllık yazıları (tarihe not düşmüş oldum bakın. yıllar sonra benim blogumdaki bu yazıya yeniden bakacaksınız -tekrar tekrar okumak isteyeceksiniz çünkü- ve "vay be yıllık yazıları o zamanmış," diyeceksiniz).
Bu sefer en sevdiğim yazar Kurt Vonnegut'un en son okuduğum romanını yazacağım. Okumayı uzun zamandır geciktirdiğim bir romandı. Zira Vonnegut amcamın roman külliyatını bitirmek üzereydim (Hocus Pocus sondan bir önceki) ve derin üzüntülere sevkediyordu bu beni. Ama daha fazla dayanamadım ve karşınızdayım.
Başlamadan önce iki uyarı yapayım: 1. Yanda gördüğünüz kapak, diğer kitapların aksine okuduğum baskının kapağı değil. 2. Vonnegut kitaplarını orijinal dilinde okumak gibi bir takıntım olduğu için, bu yazıdaki alıntılar İngilizce olacak. 3. Son ve en önemli uyarım, bu yazı biraz uzun olacak beni mazur görün. Bu sebeple iki parçaya ayırıyorum. İlk kısımda Vonnegut'u, ikinci kısımda kitabı tanıtacağım. Hepsini okursanız sevinirim.
Artık geçebilirim Kurt Vonnegut'tan bahsetmeye. Vonnegut'un hayatı trajediden yana zengin diyebiliriz. Vonnegut'un Annesi 1944 yılında, Anneler Günü'nde intihar etti. Bunun Vonnegut'un üzerindeki etkileri büyüktür. En sevilen kitaplarından biri olan "Breakfast of The Champions"da annesi gibi intihar etmekten korktuğunu belirtmiştir. Bu korkunun yersiz olmadığı 1984'teki intihar başarısız intihar girişimiyle de anlaşıldı.
Bunun yanında, hayatını ve kitaplarını en çok etkileyen olaylardan birisi de, benim bir insanlık suçu olarak gördüğüm, II. Dünya Savaşı'ndaki Dresden Bombardımanı'dır. Vonnegut savaş sırasında Almanlar'a esir düştü, Dresden'e götürüldü ve şehrin İngiliz ve Amerikan hava kuvvetlerince bombalanmasına tanık oldu. Hayatta kalmasını sağlayan ve "Slaughterhouse five" olarak adlandırılan mezbaha aynı isimli bir kitaba, genel olarak II. Dünya Savaşı tecrübesi ise birçok başka kitabına temel oldu.
Biraz da görüşlerinden bahsedeyim Vonnegut'un. Vonnegut Amerikan sosyalistlerinden çok etkilenmiş ve birçok kitabında Amerikan işçi hareketinin öncülerine atıflarda bulundu. Ayrıca kendisini bir hümanist olarak tanımlamış ve Isaac Asimov'dan sonra Amerikan Hümanist Derneği'nin başkanlığını da yürütmüştür. Vonnegut'un kitaplarında verdiği ahlaki dersler hümanist ve aynı zamanda zaman zaman çevreci temeller üzerine kuruludur (örneğin insanların dünyanın ve yaşamın sistemli yokoluşuna sebep olduğuna sık sık işaret eder). Vonnegut hayatının son zamanlarında doğrudan siyasi figürler üstüne yürümeye de başladı. George W. Bush'un baş düşmanlarından biri oldu. Bush hakkında, 2000 seçimlerindeki şaibeli zaferine de atıfta bulunarak yaptığı yorumlardan biri şuydu: "The only difference between Hitler and Bush is that Hitler was elected." 2004 seçimlerinde de, ne Bush'u ne de Kerry'i istemediğini şu sözlerle belirtti: "No matter which one wins, we will have a Skull and Bones President at a time when entire vertebrate species, because of how we have poisoned the topsoil, the waters and the atmosphere, are becoming, hey presto, nothing but skulls and bones." (okura ödev: Skull and Bones'u araştır).
Vonnegut'un din konusundaki görüşleri de ilgi çekici. Kendisini "özgür düşünen", "hümanist", "agnostik" ve "ateist" olarak tanımladı ama herhangi bir dine inanmadığını açık ve net belirttiği birçok zaman oldu. Ölümden sonra bir yaşam olmadığına inandığını ima eden "I am a humanist, which means, in part, that I have tried to behave decently without expectations of rewards or punishments after I am dead." şeklindeki sözlerinin yanında, ayrıca esprili bir dille ateistliğini belirttiği şu sözleri sarfetti "If God were alive today, He'd be an atheist."
Vonnegut'un edebi tarzına geleyim. Vonnegut en genel anlamda distopyacı ve kara mizahçı bir yazardır. Dünyanın mevcut durumunun berbat olduğunu söyler. Örneğin Tom Robbins de aynı fikirdedir ancak insanlıktan umutludur. Aksine Vonnegut geleceğe karamsar bakar, insanlığın dünyayı daha da kötüye götüreceğini belirtir. Özellikle Amerikan insanlarının vurdumduymazlığını, kaynakları gereksizce tüketimini, uyarılarda bulunan kesimlere verdikleri "Birileri hep dünyanın sonunu getiriyoruz dedi ama bakın bir şey olduğu yok, hala yerimizde duruyoruz." şeklindeki aptalca cevapları kitaplarına konu ederken bu karamsarlığına sık sık rastlarız.
Vonnegut'un konuları çeşitlidir. Baskın temalarından birisi II. Dünya Savaşı'dır. Sadece bu savaş üstünde süren kitapları olduğu gibi, savaştan bir parça barındıran birçok başka kitabı da bulunur. Diğer bir favori teması "yaşamın sonu"dur. Bu iki konu yanında, bağımsız olayların üstüne kurduğu, Amerikan halkının sosyal hastalıklarını işlediği birçok romanı da bulunur. Ama tema temelde ne olursa olsun, Vonnegut kitaplarındaki olaylar uç noktalarda ve absürddür ve birçok inanılmaz tesadüfü barındırır içinde.
Kitaplarındaki karakterler çoğunlukla toplumun kötü gözle baktığı, dışlamaya çalıştığı kişilerdir. Birçoğunun ortak yönü hayattaki başarısızlıkları ve kendilerini toplum karşısında ifade etmede duydukları zorluktur (en efsane kahramanı Kilgore Trout yürüyen bir başarısızlık abidesidir adeta). Vonnegut bu başarısız, dışlanmış, nefret duyulan kişiler üzerinden Amerikan halkının ve genel olarak insanlığın hastalıklarını, çarpıklıklarını ve günahlarını işler. "Hocus Pocus"un başkahramanı da, Vietnam savaşına katılmış, geçmişinde birçok hata barındıran, kitabın geçtiği dönemde bir şekilde hayata tutunmaya çalışan, genellikle şanssız bir adamdır. Ancak bu ikinci kısmın konusuna giriyor. Sabrınızın hala yerinde olduğuna inanıyorum ve sizi ikinci kısma bekliyorum.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Jacob'un Odası - Virginia Woolf

Eveet... Baya uzun bir süre olmuş yazmayalı yeni bir kitabı. Sınavlar, proje, işler falan filan... Anladınız siz.
Efenim Woolf'un ilk okuduğum kitabı olan Jacob'un Odası ile karşınızdayım. Yazılarımın çerçevesiyle ilgili alışkanlıklarımı değiştiremeyecek kadar üşengeç ve tembelim; bu sebeple yine yazarımızı tanıtarak işe başlıyorum.
Woolf Londra'da doğdu. Ebeveynlerinden ikisinin de önceki evliliklerinden çocukları vardı ve Woolf'un 3 öz kardeşinin yanında 4 tane de üvey kardeşi bulunuyordu. Woolf'un annesi ve babası birçok edebiyatçı tanıdığı olan insanlardı ve Woolf yoğun bir edebiyat havasına sahip evinde eğitim gördü.
Woolf'un hayatı ciddi sinir çöküntüleri ile dolu. Bunların ilkini annesi ikincisini de babası öldükten sonra yaşadı. Hayatının geri kalanında da sinirsel bozukluklar ve depresyonlar yaşamaya devam etti ve 1941 yılında evinin yakınındaki bir nehre atlayarak intihar etti. Bunların yanında, Woolf'un küçüklüğünde üvey abileri tarafından cinsel tacizlere uğradığı ve evli olduğu dönemde uzun süren lezbiyen bir birliktelik yaşadığı da bilinmekte.
Woolf'un edebi gelişimine geçeyim. Dediğim gibi Woolf zaten edebiyat dolu bir evde büyümüştü. 1900'lerin başında birçok edebiyatçıyla yakın dost oldu ve daha sonradan evleneceği Leonard Woolf'un da içinde bulunduğu birkaç kişiyle "Bloomsbury Group"u oluşturdu. Bu grup İngiliz edebiyatında etkiler bırakmış bir gruptur ve ayrıca ünlü "Dreadnought Hoax" şakasıyla bilinirler (okuruma ödev: Bloomsbury Group'u ve Dreadnought Hoax'ı araştır. Özellikle ikinciyi okumanızı tavsiye ederim, bence çok başarılı bir şaka).
Woolf'un tarzı genellikle deneyseldir ve karakterlerin duygusal ve psikolojik dünyalarına dayanır. Kitaplarındaki ortam genellikle sıradandır, olaylar çeşitsiz, az ve renksizdir. Ancak çok yoğun betimlemeler ve karakter incelemeleri görülür.
Jacob'un Odası Jacob adlı bir İngiliz'in çocukluğundan Birinci Dünya Savaşı'ndaki ölümüne kadarki hayatı üzerine bir roman. Jacob'un büyüyüşüne, Cambridge'e giderek bohem çevrelere katılmasına, kadınlarla ilişkilerine tanık oluyoruz. Roman Jacob'un ölümünün ardından bomboş kalan odasının, dolayısıyla etkilediği insanlarda bıraktığı boşluğun betimlemesiyle sona eriyor.
Jacob'un Odası olaylara değil karaktere dayanan bir roman. Jacob'u kitabın başkahramanı diye nitelendirebiliriz ama alışık olmadığımız bir şekilde başkahramanın düşüncelerine ve cümlelerine hiç denecek kadar az rastlıyoruz. Kitap genellikle Jacob'un hayatındaki diğer insanların -özellikle de kadınların- Jacob üzerine olan düşünce ve duygularının anlatılması ve incelenmesiyle ilerliyor. Bu yönüyle başrolün düşünce, duygu ve yaptıklarını merkeze oturtan klasik başkahraman romanlarından ayrılıyor. Şunu da söylemeliyim ki, kitabın sonu gördüğüm en ilginç ölüm tasviriydi.
Roman ayrıca 18. yy sonu-19. yy başı İngilteresi'ndeki üst tabaka ilişkilerine, bu ilişkilerdeki yapmacıklığa, boşluğa da ışık tutuyor. Jacob'un İngiltere'den ayrılıp Paris'e, ardından da Yunanistan'a geçişi; burayı hayat dolu bulması da Jacob'un Londra'nın bohem çevrelerinden yüz çevirmesi olarak algılanabilir.
Jacob'un Odası'nı okumanızı tavsiye ederim. Müthiş bir konusu olduğu için falan değil, değişik bir tarzla, Woolf gibi usta bir elden çıktığı için. Bu arada şimdi farkettim, bloga yazmaya başladığımdan beri incelediğim kitaplardan sevmediğim olmamış. Kısa bir süre içinde Vonnegut'tan Hocus Pocus'u yazacağım. Ardından, tekrar Camus'a dönüp giriştiğim Veba geliyor. Görüşmek üzere efenim...

28 Mart 2009 Cumartesi

Siddhartha - Hermann Hesse

Ayran içtik ayrı düştük sevgili blog takipçilerim. Son yazdığımdan beri yaklaşık 10 gün geçmiş. Bunda vaktimin olmamasının etkisi büyük ama aynı zamanda, itiraf edeyim, okuma konusunda da tembellik yaptım ve Virginia Woolf'tan Jacob'un Odası'nı bir haftadan uzun bir sürede bitirdim. Bunun da etkisi var.
Neyse ne, sonuçta Hesse'ye geçmemim vaktidir. Başlamadan önce eksik, gedik bir şey kalırsa ya da bir yanlışım olursa affola; zira Hesse gibi birini yorumlamak zor iş.
Hesse'nin hayat hikayesi Almanya'da başlayıp İsviçre'de sona erdi. Kendisi sorunlu bir çocukluk ve -bir intihar girişimi de içeren- ilk gençlik çağı yaşadı. 18 yaşında bir kitapçıda çalışmaya başlayan Hesse, burada çok geniş bir kitap koleksiyonuna erişme şansına sahip oldu ve yazarlık yolundaki ilk adımlarını atmaya başladı. İlk yapıtları satış yönünden başarısız olsa da Hesse'deki cevheri gören yayıncı tarafından desteklendi. 20'li yaşlarında, Hesse'nin ana konularını oluşturacak olan Budist felsefesi ve Hindistan hayranlığı yeniden uyanmaya başladı (bunlara ilk olarak ailesinin yanında kalırken yakalanmıştı ve Schopenhauer'ın tekrar ilgi görmeye başlaması yeniden uyanışta etkili oldu). Bunların yanında Hesse teosofiyi de keşfetti (teosofi bütün dinlerin ruhların mükemmelliğe erişmek için kullandıkları araçlar olduğunu ve hepsinde doğru yanların bulunduğunu savunan fikir akımıdır). Bütün bunlar Hesse külliyatının belirleyici konuları olarak yerlerini aldı.
Hesse Birinci Dünya Savaşı'nda aktif olarak yer aldı ancak aynı zamanda Alman aydınlarını hamasi yurtseverlik dalgasına kapılmamaları için uyaran yazılar yayınladı. Bu Hesse'yi büyük bir tepki ve nefret dalgasıyla karşı karşıya bıraktı.
Hesse Nazizm zamanında da eleştirel tutumunu sürdürdü ve Almanya'da yasaklanan yazarlar arasına girdi. Aynı zamanda şunu da söylemekte yarar var: Hesse, Bertolt Brecht ve Thomas Mann'ın Almanya'dan kaçışlarına da yardım etti.
Hesse edebiyatının ana temalarının içeriğini biraz önce söylemiştim zaten. Hesse doğu gizemciliğine büyük bir hayranlık beslediği için kitaplarında gizemci öğeler ön planda. Daha önce, sanırım Borges'i yazarken, gizemciliğe sıcak olmadığımı belirtmiştim sanırım. Ancak bu durum, bu şekilde yazılmış kitaplardan zevk almamı engellemiyor tabi ki. Zira Hesse'nin Bozkırkurdu isimli kitabı en çok sevdiğim ve üst sıralara yerleştirdiğim kitapların başında geliyor. Bu bağlamda Siddhartha'yı da çok beğendim. Kitabın üslubu, olayların gelişimi ve Siddhartha'nın yolculuğu gerçekten söylendiği gibi bir başyapıta yaraşır şekilde.
Siddhartha bir Brahman'ın oğlu olarak dünyaya gelir ve bu şekilde büyütülür. Ancak ergenliğinin sonlarına doğru aradığı şeyi, yani Ben'den kurtulmayı, ölümsüz varlıkla bir olmayı, Brahman olarak bulamayacağını anlar ve çocukluk arkadaşı Govinda ile yollara düşüp Samanalar'ın arasına katılır (tembel okur benden bekleme Brahman ne imiş, Samana ne imiş, aç wiki'yi öğren). Ancak Siddhartha'nın arayışı Ben'den tamamen kurtulmaktır, geçici olarak değil. Bu arayış sırasında yolu Buddha mertebesine erişmiş bir insanla tanışmaya götürür onu, ancak Siddhartha Buddha'nın da kendisine yardım edemeyeceğini anlar ve kendi yolunu aramaya devam eder. Siddhartha yolculuğu sırasında bir şehirde paranın ve dünyevi zevklerin çekimine kapılır ve yıllarını bu şekilde boşa harcar. Ta ki silkelenip şehirden kaçana ve bir ırmağın kenarında bir kayıkçı ile dost olup oraya yerleşene kadar. Bu saatten sonra uzun zamandır aradığı şeye nasıl ulaşacağını farkeder.
Kitabın konusuna genel bir bakış atınca, ilk etapta beylik bir ruhani aydınlanma teması üzerine kurulu olduğunu düşünebilir insan. dünyevi zevklerden kaçma, kendini şehvet ve paraya kaptırma, arınma gibi alışılmış imgeler baskın gibi gözükse de, aslında Hesse Siddhartha'da alışılmış olan bilgelik, arınma, huzura kavuşma kavramlarını sorguluyor.
Bildiğimiz bilgelik kavramı genellikle şu varsayımın üstüne kuruludur: bir insan türlü zorluklar ve çabalar sonucunda bilgeliğe eriştiği zaman bir öğreti meydana getirebilir. Bu andan sonra bilge kişiyi kendine öğretmen belleyen insanlar, onun öğretisini takip edip kurallara uyarak bilgeliğe erişebilirler. Hesse bu noktada devreye girip bunun böyle olamayacağını savunuyor. Siddhartha bizzat Buddha'ya diyor ki, önemli olan bilge adamın bilgeliğe ulaşma anında yaşadıkları, bu özel deneyimleridir. Bilge insan başkalarına bilgeliği anlatamaz, zira bilgelik anlatılacak bir şey değil, yaşanacak bir şeydir. Bu sebeple kişiler bir öğretiye körü körüne bağlı kalarak değil, kendi içlerine dönerek, kendi Ben'lerini öğrenerek bilgeliğe ulaşabilirler.
Hesse'nin değişik bir yorum getirdiği bir inanç daha var. Bir çok din ve inanışta kişinin bilgeliğe ve arınmaya, ancak kendisini "yalan ve hayal" olarak görülen bu dünyadan soyutlarak ulaşabileceği anlatılıyor. Zaten Siddhartha'nın yolculuğunun ilk kısmı da hep bunun üzerine ilerliyor. Sürekli bir dünyadan ve kendinden kopma çabası... Hesse bunun yanlış olduğu kanaatinde. Siddhartha'nın nihayetinde eriştiği görüş aşağı yukarı şu yönde oluyor: Hayat bütün yönleriyle, canlı-cansız varlıklarıyla, ırmaklarla, dağlarla, hayvanlarla, insanlarla, insanların duygularıyla, hırslarıyla bir bütündür ve bütün yönleriyle ölümsüz ve kutsal varlığın parçasıdır. İnsan içinde yaşadığı dünyayı tanıyamazsa, Ben'ini tanıyamazsa, bunları sevemezse, her şeye derin bir sevgi duymaya başlayamazsa arınma denilen şeye erişemez. Kişi kendini hayattan ve bu dünyadan soyutladığı zaman ölümsüz varlıkla olan önemli bağlarından birini koparmış demektir.
Siddhartha kabullenmiş olanı sorgulamak, her şeyi ve herkesi sevmek üzerine verdiği derslerle öenmli bir kitap. Gizemci öğretilere ilgi duyan arkadaşlarımın gözünde yüce bir kitap statüsü kazanabilir. Ancak benim gibi gizemciliğe ilgi duymayan kişilerin bile seveceği ve önem vereceği bir kitap. Okumayanlara tavsiye ederim. Yine Hesse'nin elinden çıkma Bozkırkurdu'nu da okuyun lütfen. Getirdiği burjuva eleştirisiyle çok önemli bir kitap benim gözümde.
Evet sevgili okuyucularım. Yine bitişe geliyorum. Bir sonraki kitabım Virginia Woolf'tan Jacob'un Odası olacak. Onun ardından en sevdiğim yazar olan Kurt Vonnegut'tan Hocus Pocus'u yazacağım. Şimdilik görüşmek üzere.

18 Mart 2009 Çarşamba

Alef - Jorge Luis Borges

Yine karşınızdayım. Bu sefer Borges'den Alef'i yazacağım.
Bilinen metoduma geçiyorum ve önce biraz yazardan bahsediyorum. Borges Arjantin'de doğmuş ancak 15 yaşındayken babasının görme sorunları yaşaması sebebiyle ailesi İsviçre'ye taşınmış. Buradan İspanya'ya geçen aile daha sonra tekrar Arjantin'e dönmüş.
Borges Arjantin'e geri döndükten sonra yazarlık kariyerine başlamış ve ilk başlarda Sürrealist bir tarzda eserler veriyormuş. Ancak çok bağlı olduğu babasının ölümü Borges'i etkilemiş ve Borges'te tarz değişikliğine yol açmış.
Borges'in Peronlar'la iyi geçinemediği de biliniyor. Peron iktidarı sırasında çalıştığı kütüphaneden atılmış ve devamında da politik baskılara maruz kalmış. Kütüphaneden atıldıktan kısa bir süre sonra Arjantin Mektuplar Topluluğu'na yaptığı konuşmadaki şu cümlesi beni etkiledi açıkçası:
"Dictatorships foster oppression, dictatorships foster servitude, dictatorships foster cruelty; more abominable is the fact that they foster idiocy."
Ayrıca şunu da söylemeliyim. Borges babasından gelen genetik rahatsızlık yüzünden ellilerinin sonunda kör olmuş ve o günden sonra annesi, 99 yaşında ölene kadar, Borges'in kişisel sekreteri görevini üstlenmiş. Annesi öldükten sonra Borges dünyayı dolaşmaya başlamış ve bu süre içinde kendisine ölümünden birkaç hafta önce evlendiği asistanı bakmış. Son olarak, Borges'in çok kereler Nobel'e aday gösterildiğini ama hiç alamadığını da belirteyim.
Alef'e gelince... Alef Borges'in kısa hikayelerinden oluşan bir kitap ve tarz değişikliğinden sonraya denk geliyor. Bu tarz değişikliğini daha kozmopolit bir tarza geçiş olarak tanımlıyorlar. Benim fikrimce Alef'teki hikayelerin tarzları gizemci bir tarza yakındı. Genel olarak hikayelerin konuları kurgu ve gerçeküstü olaylar. Bunun dışında Arjantinli gaucholar da Borges'in öenmli bir ilgi alanını ve hikayelerin sık kullanılan konularından birini oluşturuyor.
Mesela Ölü isimli hikayesinde hayali bir adamın gauchoların arasına katılıp suç ve hırs içinde sonuna koşmasını anlatıyor. Bunun yanında Ölümsüz ve Asterion'un Evi gibi hikayelerde geçmişin mitlerinden yardım almış ve onların üstüne kendi hikayelerini kurmuş (Ölümsüz de Homeros gibi tanıdık simalarla karşılaşıyoruz, II. Asterion ise Giritli minatour'un adıdır).
Bunların yanında gizemli ve ölüm gibi Borges'in sevdiği bir konunun üstüne kurulmuş hikayeler de çok. Öteki Ölüm, Zahir gibi hikayeler bunlara örnek. Kitaba ismini veren Alef hikayesi benim en sevdiklerimden biri oldu (gizemcilikten hazzetmesem de). Alef İbranice'nin ilk harfi ve bir sayısının karşılığıymış. Borges'in hikayesinde Alef bütün evrenin, evrendeki tüm noktaların aynı anda görüldüğü bir nokta olarak geçiyor ve Borges'in yazarlığa özenen ama yeteneği olmayan bir adamın bodrumunda Alef'i görmesini anlatıyor.
Alef Borges'in okuduğum ilk kitabıydı. Yakın zamanda ikinci bir tane okur muyum bilemem. Açıkcası koyacak raf bulamadığım için yerlere dizdiğim ve okunmayı bekleyen bir çok kitap var. Bu sebeple yeni bir Borges kitabı ufukta görünmüyor. Ama Alef'i okumanızı tavsiye ederim.
Bir sonraki kitabım Siddhartha'da görüşmek üzere efenim.

16 Mart 2009 Pazartesi

Ağlamak utanılacak bir şey değildir...

Alef'i yazacaktım. En azından sayfayı açıp yeni kayıt tuşuna elim gitmeden önce niyetim buydu. Fakat sonra vazgeçtim. İçimde bir sıkıntı var. Sanırım isyan etmek istediğim ama tek başıma, tek bir birey olarak güçsüzlüğümü farkedip lanet ederek benliğimi susturmaya çalıştığım akşamlardan birini yaşıyorum.
İsyan... Ne kadar güzel bir kelime. Bu kelime sadece başkaldırı anlamını taşımıyor bana kalırsa; bütün o ihtişamı içinde başkaldıranın acılarını, uğradığı baskıları, insanın başka bir insanı ezmek ve yok etmek uğruna alçabildiği en dip noktaları, ve fakat bütün bunlara rağmen umudu, zafer ihtimalini, güzel ve güneşli bir geleceği taşıyor bu kelime o ufacık, beş harflik benliğinde.
Son aylarda içimdeki sıkıntı büyüyor. Neden bulmak çok kolay. Gazeteleri ve dergileri karıştırırken gözlerimin yandığı zamanlar çok oluyor. Açıyorum dergiyi ve Kongo'da yüzbinlerce insanın evlerinden kaçtığını, çocukların açlıktan ölmeye başladığını ve bütün bunların sebebinin para olduğunu okuyorum; pis, leş kokan, bizim yaratımız olduğu halde insan hayatından daha değerli gördüğümüz para. Sayfayı çeviriyorum ve üstünde kir ve yıpranmışlıkla kıvranan bir elbise, sırtında belki de tek mülkü olan bir çuvalla, sefalet içinde bir Çinli görüyorum ve sosyalizmi yerlerde süründürenlere lanet ediyorum. Ve başka bir sayfada alaşağı edilen Amazon ormanları var; o yüce, herhangi bir devletten, herhangi bir ekonomik kazançtan, herhangi bir çıkardan yüce ormanlar. O ormanlar yakılıp yıkılırken "her şeyin iyiisni market bilir" diye ortalıkta gezinen insan bozuntularının "Karbon Marketi oluşturalım, ülkeler parayla çevreyi kirletme hakkı satın alsın," demelerini okuyorum. Ah ne yazık ki bitmedi... Dünyada milyarlarca insan açlıktan kıvranır, milyonlarcası bırak kendini ısıtacak yakıtı, başını sokacak bir ev bile bulamazken; Amerikalı'nın kışın uzun kollu giymek istemediği için "parasını verir, çatır çatır yakarım" diyerek kendini oturttuğu yaşam standartına bakıyorum, iki yüzlülüklerine ve insana ihanetlerine lanet ediyorum.
Acaba niye yazdım bu yazıyı. Bir önceki paragrafı bitirirken kendime bu soruyu sordum. Sanırım sadece içimdeki sıkıntının birazını yazıya döküp kendimi rahatlatmaktı başlangıç amacım. Ya da belki sadece şunu söylemek istemiştim: Filistin'deki taş atan çocuk olduğum kadar, Sri Lanka'da kamplara kapatılan çocuğum aynı zamanda. Kongo'da oğlunun başında ağlayan babayla birlikte ağlarken, Afganistan kızını okutmak için mücadele eden anneyle birlikte savaşıyor, Atina'da polise taş atıyorum. Yani her zaman ve her şekilde, insanın yanında duruyorum...

14 Mart 2009 Cumartesi

Çarpışma - J. G. Ballard

Evet... Elimde olmayan sebeplerden kaynaklanan kısa bir aradan sonra yine karşınızdayım. Kitaba geçmeden önce, iki-üç kişi okuyor topu topu diyip duruyordum ama takipçim olmayan, arkadaşımın arkadaşı yorumda bulunmuş, Ezgi hanıma teşekkür ediyorum :)
Biraz Ballard'dan bahsedeyim sizlere. Kendisini ben de bu kitapla tanımış bulundum. Kendisi 1930da doğmuş, hala hayatta olan bir yazardır. Ballard Şangay'da doğmuş. Japonlar Şangay'ı işgal ettikten sonra ailesiyle birlikte toplama kampına gönderilmiş ve birkaç yılını orada geçirmiş. Savaştan sonra İngiltere'ye gitmiş.
Ballard'ın kitaplarında bir "dystopia" (utopia'nın tersi) teması hakim. Bu da şu demek: ütopik bir toplumun karakterleri sayılan uyumluluk, yücelik, mükemmelliğin aksine Ballard'ın kitaplarında insanlığın sefaleti, içine düştüğü çürüme, şiddet, hastalık hakim durumda.
Çarpışma da tam olarak distopyaya uygun düşen tarzda bir kitap. Öncelikle söylemeliyim ki, bu kitabın birçok insanı rahatsız edeceğini, filmdeki sahneler yüzünden yarısında çıkan seyirciler benzeri "kitabı yarıda bırakma" eylemi yaratabileceğini düşünüyorum. Bunu söylememin sebebi Çarpışma'nın türünün belki de tek örneği olması ve teknoloji-şiddet-cinsellik üçlüsünü harmanlaması. Kitabın içindeki bazı betimlemeler insanın normallik anlayışını zorlayacak derecede. Bana kalırsa böylesi bir tarz gerekli ve yararlı, ama sizi bilemem tabi.
Kitabın konusuna gelince. Ballard'ın kendi ismini James Ballard isimli baş kahramanımızın dilinden ilerliyor kitap. Normal bir modern insan olan, Catherine isimli karısıyla yozlaşmış, iki tarafın da birbirini aldatıp durduğu bir evlilik yürüten James bir akşam büyük bir otomobil kazası geçiriyor ve bir adamın ölümüne sebep oluyor. Böylesi bir kaza James'in hayata ve topluma bakışını kökünden değiştiriyor. Kazadan sonra tanıştığı, araba kazaları ve bunların cinsel imgeleri konusunda sapkın ve takıntılı görüşlere sahip Vaughan'ın etkisiyle, araba kazalarına bağımlı hale gelen, araba objesine karşı büyük cinsel uyarılmalar duyan bir kişi haline dönüşmeye başlıyor yavaş yavaş. Dahası karısı Catherine ve kitapta tanıdığımız başka başka kişiler de (James'in öldürdüğü adamın karısı olan ve bir süre sonra James ile cinsel ilişkiler yaşamaya başlayan Helen de dahil) bu yola çekiliyorlar.
Çarpışma, biraz önce bahsettiğim gibi, alışık olmadığımız tarzda imgelerle dolu. Sadece arabalarda cinsel arzular duyabilen insanlar, bile bile araba kazası yapan kişiler, ünlüleri araba kazası yoluyla öldürme arzuları, çevreyi ve dünyayı arabalarla birleştirerek algılama ve dahası. Sanılmasın ki bütün bunların yarattığı kakafoni amaçsız ya da "aykırı kitap yaratma" amacıyla ortaya konmuş bir şey. Aksine Ballard'ın verdiği bir mesaj var.
Ballard'ın Çarpışma'da üstüne düştüğü tema insanın ürettiği teknolojilerin onun hayatına hükmetmeye başlaması ve insan elinden çıkma ürünlerin insan hayatını yoketme gücüne kavuşması. Ballard'a göre insanın bugünkü doymakbilmezliği geleceği yokediyor ve her isteğimizin, her arzumuzun doyurulduğu, gerçek olmayan ama gerçek diye bize sunulan bir dünyanın içinde yaşıyoruz. İşte böylesi bir dünyanın içinde teknoloji ve onun ürünleri bizi her yönden, ışıltılı, erotik, arzulara hitap eden yöntemlerle çağırıyor. Ballard'a göre, Çarpışma'nın görevi, teknolojinin ışıltılı bir ürünü olan araba unsurunu cinsel bir imge olarak ele alıp insanları böylesi bir dünyaya karşı uyarmak. Bitirmeden önce, bu kitabı okumanızı da tavsiye ettiğimi belirtmek istiyorum.
Evet, şimdilik bu kadar yeter. Bir sonraki durağımız Borges'ten Alef olacak. Hemen ardından da bugün okumayı bitirdiğim Hermann Hesse'den Siddhartha'yı yazacağım. Görüşmek üzere...

3 Mart 2009 Salı

Yabancı - Albert Camus

Evet, bir kitapla daha karşınızdayım. Yavaş yavaş bloga kitap yazmaya başladığımdan beri birikmişleri bitiriyorum.
Öncelikle yine biraz yazarımızdan bahsedeyim; gerçi Camus'un bundan önceki iki yazara göre çok daha tanıdık olduğunu zannediyorum. Kendisi çok yönlü ve kısa ama dolu dolu bir hayat yaşamış bir şahıs olduğu için onun hakkındaki yazımı kısa tutacağım. Bunun sebebi tembellik değil, ne kadar uzun yazsam da tam anlamıyla her yönünü anlatamayacak olmam.
Camus genellikle Varoluşçulukla ilişkilendirilir (kendisi bunu reddediyor ve -bu bana ilginç geldi- Sartre'nin de kendisinin de varoluşçulukla ilişkilendirilmelerine şaşırdıklarını belirtiyor). Kendi iddiası şudur ki, bireysel özgürlüğü hiçbir zaman elden bırakmadan Nihilizme karşı hareket etmiştir.
Camus'un siyasi hayatı bu lafları doğruluyor bana kalırsa. Kendisi Cezayir asıllı olduğu için, Cezayirliler'e yapılan ayrımlarla mücadele uğruna Fransız Komünist Partisi'ne katılmış. Bir süre sonra Cezayir'de kurulan Cezayir Komünist Partisi yerine Cezayir Halkın Partisi'ne destek verdiği için Troçkist damgasıyla partiden atılmış (tarihteki bütün komünist partilerdeki kangrenleşmiş sorundur bu: farklı fikirlerden ölesiye korkmak. Ama bu başka bir yazının konusu). Bu durum Camus'un duruşunu etkilememiş. Zaten temelinden komünist olmayan, daha çok anarşizme yatkın olan Camus birçok tarihi olayda (Doğu Almanya isyanı, Macar Devrimi vs.) anarşistleri desteklemiş. Buradan da anlayacağınız üzere Camus hayatı boyunca totaliter rejimlere karşı mücadele vermiş.
Edebi tarzına gelirsek... Camus hayatın ve insanın oluşturduğu yapıların anlamsızlığını kabul eder, ölümle sonuçlanacağı kesin olan yaşamın baştan umutsuz başladığnı söyler. Fakat buradan ,karşı çıktığı nihilizm gibi "değerlerin olmadığını" iddia ettiği ya da "umutsuzlukla kıvranalım" dediği zannedilmesin. Aksine Camus der ki, evet hayat anlamsızdır ama bu onu dolu dolu yaşamamızı engellemez. Hayat umutsuzlukla başlar ama bu gelecekten umut etmemizi, insanları ve dünyayı karşılık beklemeden sevmemizi engellemez. "Mutluluk, bir yerde ve her yerde, hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir."
Camus'un eserleri de genelde bu temel üzerine kurulu. Olaylar anlamsız ve çıldırtacak kadar garip. Ancak karakterler özgür ve kararlı.
"Yabancı" romanı kısa ve hızlı gelişen bir roman. Kahramanımız Meursault topluma yabancılaşmakta olan, hayatın anlamını yakalayamayan, olaylara (annesinin ölümüne dahi) aykırı bir nesnellikle yaklaşan genç bir adamdır. Bütün aykırılığının yanında, düşünce tarzını büyük bir açıksözlülükle ifade eder. Örneğin "Evlenelim mi?" diyen kız arkadaşına "Elvenelim ya da evlenmeyelim, bence bir," der çünkü ona göre gerçekten bu iki seçenek arasında bir fark yoktur. Meursault başkalarının seçimlerinin ve yazgılarının kendisini ilgilendirmediğini, aynı şekilde başkalarının da kendisine karışmaması gerektiğini düşünür. Ancak toplumun bakış açısı bu değil bildiğimiz gibi.
Meursault olayların gelişimi sırasında bir cinayet işler e mahkemeye çıkarılır. Bana kalırsa kitabın en müthiş kısımları bu mahkemeyi anlatan bölümler. Zira sıradan bir cinayet davasının, Meursault'ın aykırılığının toplumsal dogmalar ve ahlak kuralları bakımından yargılanmasına dönüşmesini izlemek gerçekten rahatsız edici ve düşündürücüydü. Adam öldürmekten mahkemeye çıkarılan bir adam, bir süre sonra annesinin cenazesinde ağlamadığı, cenazenin ertesi günü sinemaya gittiği için suçlanmaya başlanır; bu tür "toplum-dışı" bir kişiliğe sahip olduğu için topluma zararlı olduğu iddia edilir. Sonuç olarak mahkeme artık bireyin, bireysel özgürlüklerin toplumun totaliter bakış açısında yargılanmasına dönüşür.
Yabancı okuduğum en güzel kitaplardan biriydi bana kalırsa. Camus Meursault'ın aykırı nesnelliğini o kadar güzel yansıtmış ki, kitabı okurken Meursault'laştığınızı hissediyorsunuz. Birçok yerde onun gibi düşünüyor, kendinizi onun yerine koyuyor, "Neden böyle olmasın?" diye düşünüyorsunuz. Aynı zamanda farklı bir bireyin toplum tarafından dışlanması, yargılanması, mahkum edilmesinin dehşetini iliklerinizde hissediyorsunuz. Kısacası, tavsiye ediyorum bu blogu okuyan 3-5 kişiye.
Bir kitap incelememin daha sonuna geldim. Bir sonraki durak Ballard'dan Çarpışma olacak. Onun ardından Borges'ten Alef'i yazacağım. Görüşmek üzere efenim.

2 Mart 2009 Pazartesi

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury


İki-üç gün sonra yazıyorum demiştim yine bir hafta olmuş, tembelliğime verin. Yine okumamın üstünden zaman geçmiş bir kitabı yazıyorum (sanırım 10 gün).
Öncelikle yazar hakkında kısa, çerez babında bilgiler vereyim. Ray Bradbury amcamız bilim-kurgu ve fantastik tarzda kısa öyküler ve romanlar yazmış, Amerikalı, tanınmış bir yazardır. Kendisi science-fiction yazmadığını söyler. Bu konudaki konuşması şöyledir:
"First of all, I don't write science fiction. I've only done one science fiction book and that's Fahrenheit 451, based on reality. Science fiction is a depiction of the real. Fantasy is a depiction of the unreal."
Kitaplarının bazıları filmlere konu olmuştur. Fahrenheit 451 ile aynı ismi taşıyan, kitabı konu alan 1966 yapımı bir film mevcut. Öğrendiğim kadarıyla 2010 yılında bitecek bir yeniden çekim planlanıyor. Bradbury ile ilgili genel bilgi şimdilik yeter sanırım.
Kitap üzerine konuşmak gerekirse, Bradbury kitabı baskı ve kitap düşmanlığı üzerine kurmuş. Bradbury kitabın ön sözünde, baskıya örnek olan bir anısını anlatmış. Anlattığına göre 1950lerde bir arkadaşıyla kaldırımda yürüyormuş ve bir polis gelerek "Napıyorsunuz?" diye sormuş. Bu şekilde bir müdahaleye sinirlenen Bradbury "Bir ayağımızı ötekinin önüne atıyoruz," diye cevap vermiş. Polisin kendisine anlamaz gözlerle baktığını görünce "Sadece yürüyoruz. Bizi durduramazsınız. Banka filan soymak isteseydik arabamız olurdu," diye sürdürmüş konuşmasını. Polis "Sadece yürüyorsunuz, öyle mi?" diye sorup Bradbury'den "Evet" cevabını alınca, "İyi, bir daha yapmayın," diyerek uzaklaşmış (bilmiyorum bu olay sizlere tanıdık çağrışımlarda bulunuyor mu? örneğin kol kola gezen sevgilileri 'gençler olmuyor' diye uyaran ya da canı sıkıldığında yoldan geçenleri sorguya çeken polisler gibi...).
Kitap günümüzden yüzlerce yıl sonrasında, atom savaşlarının sıradanlaştığı bir gelecekte geçiyor. Bu gelecekte kitaplar tamamiyle yasaklanmış durumda. Evlerinde kitap bulunduran kişiler suçlu durumuna düşüyor. İtfaiye teşkilatı tamamen biçim değiştirmiş ve yangınları söndürmek yerine yangın başlatma, kitapları ve içinde bulundukları evleri yakma görevlerini üstlenmişler. İşte böylesi bir ortamda Guy Montag adında bir itfaiyeci genç ve hayat dolu bir kızla tanışıyor ve bir süre sonra gözleri gerçeği, yaptığı işi, ve hayatının ve toplumun korkunç durumunu görmeye başlıyor. Bu andan itibaren Montag eve gizlice kitaplar sokan, kitapların büyüsünü anlamaya çalışan bir insana dönüşüyor.
Fahrenheit 451'in tek mesajı kitaplar üzerine değil. Kitaptaki itfaiyeci yüzbaşı günümüzde artık gerçeğe dönüşmüş, televizyonun yaşamımızdaki rolü, insanların boşlaştırılması, çocukların düşünmeyen kişiler olarak yetiştirilmesi konusunda kehanetlerde bulunuyor. Kitap 1953 tarihli, bu sebeple kehanet diyorum ki belirttiğim gibi bence bunların bir çoğu bugün gerçekleşmiş durumda. Bence kitabı önemli kılan işte bu kehanetler. Bradbury, yüzbaşının ağzından bize diyor ki, televizyon yaşamımızı ele geçirdiğinde onu elinde tutan güç odakları bizi kendi istedikleri gibi yönlendirebilir, yontabilirler. Yaşamın gerçeklerinden yüzümüzü çevirip televizyonun bize sunduğu yalan fakat şaşaalı dünyaya esir olabiliriz. Bradbury diyor ki, kitap demek değişik fikirler, fikirlerin çarpışması demektir. İnsan bir kitaptan hayatın anlamını anlatan sözler değil, başka insanların yaşamla ilgili çırpınışlarını, akıl yürütmelerini alır. Bu çarpışan fikirler, bu çırpınmalar olmadığında düşünme eylemi de yitmeye başlar. Düşünmeyi bırakan insan rahattır ve huzurludur. İşte televizyon insanı düşünmekten vazgeçirip ona renklerle süslenmiş bir dünya sunma konusunda görev alır.
Dediğim gibi, bana kalırsa bugünün dünyasında televizyon ve medyanın öteki formları bu misyonlarını başarılı bir şekilde yerine getiriyorlar. Acaba gündüz işinde didinen bir insan ne ara düşünecek, kafasında hayatı sorgulayacak, fikirleri çarpıştıracak? Akşamlarını televizyonun karşısında, elinde kumandayla geçiren milyarları düşününce bu sorunun cevabı iç açıcı olmuyor. Hele de televizyonun propaganda ve hipnoz gücünün ne kadar yüksek olduğu düşünülürse...
Evet canlarım, şimdilik bu kadar. Yazılmayı bekleyen bugün itibariyle okumayı bitirmiş olduğum iki kitap daha var: Camus'tan Yabancı ve Ballard'dan Çarpışma. Bunları da kısa sürede yazmayı planlıyorum. Şimdilik görüşmek üzere...

24 Şubat 2009 Salı

Albemuth Özgür Radyosu - Philip K. Dick


Aslında iki kitabı bir yazıda halletmeyi planlamıştım ama blog okuyucusunun (ben de dahil) uzun yazıları okumaktan sıkıldığını düşünerek iki yazıya bölmeye karar verdim. Bu, aldığım kitap yazma kararından sonra yazacağım ilk kitaptır. Bu arada, Albemuth'u yaklaşık 15 gün önce okudum. Yazı sıcağı sıcağına değil yani, biliniz :)
Philip K. Dick'in adını duymuş olanlar varsa bilirler, kendisi çok sayılan bir bilimkurgu yazarımızdır. Hikayeleri ve romanları çok tutmuş, hatta Blade Runner (Harrison Ford, Edward James Olmos) isimli kült bir bilimkurgu filmi ve daha yakın zamanlı olduğu için bilinmesi daha muhtemel Minority Report isimli film onun hikayelerinin üstüne kurulmuştur.
Dick'in yaşamının son yıllarında biraz kafayı üşüttüğüne inanır insanlar. 70lerin sonunda VALIS isimli bir teori geliştirmiş, hatta böyle de bir kitabı var. Açılımı Vast Active Living Intelligence System. Dick'e göre evren yaşam noktalarıyla dolu ve bunların arasında sürekli bir iletişim var. İşte VALIS bu iletişimin bütününü temsil ediyor. Dick VALIS'in kendisiyle ve dünyadaki başka kişilerle iletişime geçtiğine ve "Rome Emperor Incarnate" olarak adlandırdığı Nixon'ı devirmek için yol gösterdiğine inanmış (yan bilgi: Dick tarihin MS I. yyda durduğuna ve o zamandan bu zamana zorbalık ve baskı simgesi olarak gördüğü Roma İmparatorluğu'nun dünyayı yönettiğini iddia ediyor).
Radio Free Albemuth Dick'in ölümünden sonra notları arasında bulunmuş ve yayınlanmış bir kitabı. Anlaşılmış ki bu kitap VALIS teorisinin bir tanıtımı, ona bir giriş niteliği taşıyor. Dick kitapta kendini bir karakter olarak kullanıyor ancak VALIS tarafından iletişime geçilen kişi olarak Nicholas adında bir arkadaşını tanıtıyor. Kitap da bazı kısımlarda Dick'in ağzından, bazı kısımlarda Nicholas'ın ağzından devam ediyor.
Aslında kitabın konusuyla ilgili genel bilgiyi yukarıda vermiş bulundum. Amerika komünist paranoyasını kullanarak başa gelmiş bir başkanın yönetimi altındadır. Ülkenin her yerinde Amerikan Halkının Dostları adındaki yarı-resmi bir örgütün gönüllü çalışanları kol gezmektedir. Bunlar Amerikan devletinin güvenliğine zararlı olabilicek, iktidar karşıtı kişileri mimlemekte, takip etmekte, ortadan kaldırmaktadırlar. Ayrıca toplum tamamen bir polis toplumuna dönüşmüş, muhalefetin yaşam şansı ortadan kalkmış, herkes kalıplar içinde yaşamak zorunda bırakılmıştır. Kısacası bireysel özgürlük diye bir şey kalmamış, "örnek vatandaş" lafları toplumu doldurmuş, devletin koyduğu toplumsal normların dışına çıkan herkes tehdit altına girer olmuştur. İşte böylesi baskıcı ve kalıpçı bir toplumda, VALIS Nicholas'la iletişime geçer ve ABD başkanını devirmek için sürdürülen harekete onu da dahil eder.
Kitabı okurken strese girmemeniz, sinirlenmemeniz elde değil. Olayların geçtiği o baskı atmosferi, o bildik, dünyanın (bizimki de dahil) çeşitli ülkelerinde olan "Çoğunluktan değişik yaşayan kötüdür; devlete zararlıdır; onu taciz etmek, haklarını hiçe saymak, işkence etmek normaldir." anlayışı, birazcık adalet duygusu olan (ve tabi bu anlayışı kabul etmemiş) herkesi rahatsız edecektir eminim. Dick bu notları gelecekle ilgili kehanet benzeri bir tarzda yazmış ama ben dünyanın bugünkü haline bakınca kehanetlerinin gerçekleştiği yerler görüyorum ve çok rahatsız oluyorum. İnsanlığı nihai barışa, eşitliğe, adalete, kardeşliğe götürecek bir sistem insan özgürlüğünü, farklılıklara saygıyı içermeye mecburken biz nasıl bu geleceği bulacağız? Amerikan özgürlüğüyle gelmeyin bana arkadaşlar, Amerikan rüyası ve Amerikan özgürlüğü sadece Amerikan yaşam normlarını içselleştirenler için vardır, farklı olanlar için özgürlük bulamazsınız (bknz. McCarthy, komünist cadı avı, Irak, Guantanamo vs). Temelinde kişilerin özgürlüğü ve toplumu eşitçe ve beraberce yönetmesi anlayışı yatan Sosyalizm'i hakim hale getirmek için kurulan fakat 20-30 sene içinde devletçi, baskıcı, tek tipçi bir hale dönüşen Sovyetler örneğini görürken nasıl umut edeceğiz gerçek, demokratik, eşit ve adaletli dünya düzenini? Bana bunların hiçbir zaman olamayacağını, insanların bir arada yaşayamayacağını, insanlığın geleceğini her zaman çıkar kavramının belirleyeceğini söyleyen arkadaşlarım var. Onların umutsuzluklarını anlıyorum ama aynı umutsuzluğa kapılmayı reddediyorum. Önüme sunulan şaşaalı, paranın her kapıyı açtığı, kapılardan geçenlerin sefalet içindeki milyarları unuttuğu dünyayı reddediyorum. Sosyalizm diye yedirilmeye çalışılan, devletin mutlak egemenliğini, devletin insandan önceliğini kutsayan, tek partinin çok renkliliğe izin vermediği bürokratik diktatörlüğü reddediyorum. İnanıyorum ki, insanlık gerçek adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi üzerine kurulu ama aynı zamanda herkesin doyduğu, sağlık hizmetine eriştiği, onurlu bir eğitim aldığı, hayattan keyif aldığı ve bunları yaparken gezegeni yok etmediği dünya düzenini kuracak güce sahiptir.
İşte bir kitabın bana düşündürdüklerinden bir parça. ASlında daha çok şey yazmak istiyorum ama çok uzun yazılar okunmamaya mahkum oluyor. Bu sebeple az ve öz anlatmaya çalıştım. Bir sonraki kitap yazımda (işallah bir-iki gün içinde gelecek, çünkü Albemuth'dan sonra okuduğum, yazılmayı bekleyen kitaplar var) görüşmek üzere efenim...

19 Şubat 2009 Perşembe

Tembellik

Bir aya yakındır hiçbir şey yazmamışım. Bir işe başlıyorsun, devam et bari ama di mi?!
Neyse karar aldım, daha biçok yazıcam buraya. Bundan sonra okuduğum kitaplarla ilgili düşüncelerimi ve tavsiyelerimi bulacaksınız. Sanki çok okuyan var da bloğumu konuşuyorum boş boş...
"Kitap okumanın bence gereği yok. Bilgiyi internetten şak diye buluyoruz. Kitap vakit kaybı" diyen arkadaşlar, demese bile böyle düşünenler var. Aslında böyle bir önermeyi tartışmak istemiyordum ama madem kitaplar hakkında yazacağım, biraz tartışayım.
İnternetten istediğimiz bilgiyi bulabiliriz, evet bu doğru. Fakat duygular? Ya da başka bir insanın düşünceleri, dünyası, size sunmak istediği duyguları?.. Bunları nereden bulacağız acaba? Nasıl daha iyi bir insan olacağız insanlığın bunca yıllık birikimini bize sunmak gibi alçakgönüllü bir amaçtan başka işlevi olmayan kitaplara el sürmedikçe?... Tek başına bilginin hiçbir halta yaramadığını, insan bilincinin hayranlık veren koridorlarını zenginleştirmedikçe, etkisinde kalıp kararlar alacağı şeyler okumadıkça, yaşamadıkça bilginin boşlukta yitip gideceğini nasıl anlayacağız?...

Mesela şöyle bir anlatıyı, basit ama içten, nasıl bulacağız:

"Gregor Aksinya'sını parıl parıl sabah aydınlığında gömdü. Mezarın içine uzattı onu, kanı çekilmiş esmer tenli kollarını göğsünün üstünde kavuşturdu, göğe dikili, camlaşan yarı açık gözlerinin içine toprak dolmasın diye yüzüne bir mendil örttü. Sonra vedalaştı onunla. Çok ayrı kalmayacaklarına inanıyordu.
Tümseğin üstünde nemli, sarı balçığı gayretli avuçlarıyla bastırdı, uzun bir zaman mezarın yanında dizlerinin üzerinde kaldı. Başı önüne eğikti. Sallanıyordu azıcık.
Artık bir acelesi kalmamıştı. Her şey bitmişti."

Ya da şöylesini nasıl okuyacağız:

When the last living thing
Has died on account of us,
How poetical it would be
If Earth could say,
In a voice floating up
Perhaps
From the floor
Of the Grand Canyon,
"It is done.
People did not like it here."
(Aslında Nazım'dan bir şiir yazmak istemiştim ama nedense blogger şiiri Nazım'ın tarzında yazmama izin vermiyor (ya da ben beceriksizim).)

Uzun lafın kısası, köşemi okuyan iki-üç arkadaşa bu yazıdaki son mesajım: Bir kitabın bize katabileceği belki de sadece içindeki tek bir cümle, tek bir paragraf olabilir. Ama enim olun o bir cümleyi elde edebilmek için bütün kitabı okumak bir zaman kaybı değil, insan olmanın gereğidir.
Görüşmek üzere efenim...

21 Ocak 2009 Çarşamba

We should buy a bar dude!

Pastanenin bahçesinde üç kişi... Bir masanın etrafına oturmuşlar; son iki tane çikolatalı açmayı 3 kişiye paylaştırabilmiş olmamın haklı ama kısa süren sevincini çoktan yaşayıp tüketmişler. Dekor bir pastaneden çok daha dramatik bir mekan olabilirdi, ancak ne yazık ki bu kadarıyla idare etmek durumundayız; zira 3 kişinin, avuç içlerine oturttukları, bebek kafası büyüklüğündeki şarap kadehlerini birbirlerinin burunlarına doğru sallayarak dertlenecek paraları yok. Açma ve çaya talim...
İçlerinden birinin gözleri yolda. Ah, hayır, sanmayın ki dalıp gitmiş, olmayan insanları, olmayan olayları, büyük hayalleri görüyor yolda. Yo, hayır, sadece otobüslerin numaralarına bakıyor.
İkincisi, "Birer çay daha söyleyelim mi?" diyor.
Üçüncüye de bunu onaylama rolü kalmış gibi görünüyor doğal olarak; ama hayır, onaylayan yine birinci oluyor. Üçüncü biraz sessiz. Sanırım, biraz sonra diğer ikisi içlerini dökmeye başlamışken dinleyici konumunda kalmaya bir hazırlık bu.
"Bu sene çok sıkıcı ve tatsız geçiyor," diyor birinci (gelin şu işi kolaylaştıralım, isimler Eins, Zwei ve Drei olsun). "Halbuki geçen sene ne kadar iyiydi," bir an duraklıyor Eins, "yaşadığımızı hissediyorduk."
Zwei, Eins'e büyük bir bilgelik sunmuş gibi bakıyor ve "Gerçekten de öyle," diyor trajedik bir biçimde. "Sürdürmek istediğim hayat bu değil. Yaşamak istediğim şey, bir şirketin modern kölesi olup 'Yaşa ve varol kapitalizm' nidalarıyla yaşlanmak değil;" Çayından bir fırt çekiyor, "tabi böylesi bir hayat çizgisinde, 'yaşlanmak' sınırını 35-40 yaşlarına yerleştiririm."
"İnsan, hayatını bir rutine -hele ki sıkıcı bir rutinse bu- bağladığında yaşlanmış demektir zaten," diyor Drei.
"Ya da, artık yaşamak istemediği bir hayatı yaşıyorsa..." diye tamamlıyor Eins.
"Madem sürdürmek istediğim hayat bu değil; madem ki beni yavaş yavaş öldürmeyecek bir iş yapmak, yaşamak istiyorum, o halde ipleri elime alıp çeviremez miyim hayatımın yönünü?" diye soruyor Zwei.
Eins cevap vermeden önce bir an sessiz kaldı - hatta çayından bir yudum almış olabilir, bakışlar Zwei'ın surat ifadesine kilitlendiği için bunu hatırlamak mümkün değil. "Biliyorsun ki, senin yaşamı yakalamanı sağlayacak herhangi bir kararını gözüm kapalı desteklerim," diyor Eins. "Ama your parents? Onlar da aynı sakinlikle karşılayacaklar mı bunu?"
Zwei acı acı güldü. "Bir düşünsene," diyor. "Bugüne kadar hep en iyi okullardan geçmemle, en iyi okullara girmemle, hayatımı 'Başarılı, rahatı yerinde, örnek bir vatandaş' çizgisine doğru kamçılamamla övünmüşler. Şimdi 'Oğlumuz mühendisliği filan bir kenara attı, bir bar açtı ve aynı zamanda yazar.' diyebilirler mi?"
"Sadece nihai mutluluğumuzu istiyorlar, biliyorsunuz bunu," diyor Drei.
"Sorunun temelleri burada yatıyor zaten," diye cevap veriyor Eins. "Mutluluğu iyi bir iş, iyi bir mevkiyle kazanabileceğimize inanmış ya da inanmak ister durumdalar."
"İstediğim bu değil, kendimi bile bile öldüremem," diyor Zwei. Eins'e bakıyor. "Benden iyi bir durumda değilsin."
"Ah, hem de hiç," diye cevap veriyor Eins. "Düşünsene, ben kendimi, benliğimi, kişiliğimi, hayattan alabileceğim zevki ve neşeyi sahnenin üstünde gezinirken, herkesi ve her şeyi unutarak yepyeni bir insana can verirken, bu canlanışı seyredenleri rutinin üstüne bir anlığına olsun çıkarırken bulduğumu farketmişim! Burada bulmuşum kendimi; bir bilgisayarın karşısında, bilmem hangi programlama dilinde, 'Noluyor lan, ne yapıyoruz hepimiz burada?!' düşünceleri eşliğinde satırlar döktürürken değil!"
"O halde soru belli bir noktaya geldi, dayandı," diyor Drei. "Ne için yaşıyoruz, ne yapmaya çalışıyoruz?"
"Ya da, istediğimiz hayat nedir? Bizim için 'iyi hayat' nedir?" die tamamlıyor Zwei. "Kimin için yaşamalıyız? Hayatımızın gidişatını çevremiz mi belirlemeli, kendimiz mi? Ya da kendi yolunu kendi açan ulu bir nehir gibi akışına mı bırakılmalı."
"Her ulu nehrin bir şelalesi vardır, biliyorsun," diyor Drei. "Yani yüksekten bir anda aşağılara indiği..."
"Ama ne muhteşem bir iniştir o!" diyor Zwei. "İnsan eliyle yapılmış, manipule edilmiş hiçbir kanal ulaşamaz o inişin görkemine!"
"Dengeyi bulmakta yatıyor huzur bana kalırsa," diye araya giriyor Eins. "Yani çevreni biraz olsun memnun et -zira buraya gelmende büyük katkıları var, vefa beklemeleri normal-, ama kendin için yaşa, kendi isteklerinle, kaygılarınla, arzularınla, korkularınla, hayallerinle... Kendi iniş ve çıkışlarınla..."
Zwei Eins'e bakıyor: "Dude, we should buy a bar!"
"Better, we should create a bar, our bar!" diyor Eins.
"What and who are we living for," diye yankılıyor Drei...

1 Ocak 2009 Perşembe

açıklamalar vs.

Birkaç soru aldım blog üstüne bunlara bir cevap vereyim diyorum.
"Yahu bir blog açtın hiçbir şey yazmıyorsun?" - Arkadaşlar allah sizi inandırsın kendi keyfimden değil, okula uğramayan bencileyin kaç zamandır proje dalgasına sıkışıp duruyorum. Mecburen oturup bir yazı yazamadım. Bu kadar işin arasında bir de yazı yazanlar kadar becerikli çıkamadık :)) lafım sanadır euphoricrush, cevap vermiş olayım :D

"Arkadaş Ting-a-Ling ne ki?" - Şimdi bu ismin bir anlamı var, blogun açılış sayfasında olunca da cuk diye yerine oturuyor. Caleye anlatınca "aa hakkaten güzelmiş" dediydi, şimdi anlatayım başkaları da desin (demezseniz de kendiniz bilirsiniz). Ting-a-Ling benim en sevdiğim yazarlardan Kurt Vonnegut'un bir kitabında geçen kelimedir. Vonnegut'un alter egosu, efsane kitap kahramanı Kilgore Trout'un bilimkurgu kitaplarından birindeki hayali gezegende, Ting-a-Ling aynı anda "hoşgeldiniz" ve "güle güle" manalarına gelir. Bu sebeple, hem sizin bloguma gelişinizi kutluyorum hem de sizi uğurluyorum. Daha ne istiyorsunuz?!

"Gilgongo ne?" Bu da Vonnegut kitaplarından alınma bir kelime. Türlerin aşırı şekilde çoğalması sebebiyle yokolma tehlikesiyle yüzyüze olan bir gezegende, gilgongo "extinct" anlamına gelir. Herhangi bir türün soyunun tükenmesine neden olan bir kişi kahraman ilan edilir ve gilgongo yazan pankartlarla uğrunda partiler verilir.

Buyrun efenim açıklamalarım. Yakın zamanda adam gibi bir yazıyla aranızdayım, beni takip etmekten vazgeçmeyin diye söylüyorum...