12 Mayıs 2009 Salı

Hocus Pocus - Kurt Vonnegut -II

Ve ikinci kısıma geldi sıra, yani kitabı incelemeye ("neyin ikinci kısmı ya?" diyenler lütfen önce bir önceki yazıyı okusunlar).
"Sevgili kitap eleştirmenimiz. Neden yazarı anlattığın kısımda kitabın kapak resmi varken, kitabı anlattığın kısımda Vonnegut amcanın resmi var?" diye sormayın; ben de farkındayım, canım sıkkın.
Birinci kısımda Vonnegut'un üslubundan, konularından ve kahramanlarından bahsettiğim için doğrudan kitaba giriş yapıyorum.
Hocus Pocus bir önceki yazıda bahsettiğim Vonnegut tarzına cuk oturan bir kitap. Kahramanımız Eugene Debs Hartke (Amerikan işçi lideri Eugene V. Debs ve savaş karşıtı senatör Vance Hartke'ye ithafen), Vietnam Savaşı'nda yer almış, "Ruling Class" dışında yer alan bir kişi. Başından geçen olaylar, peşpeşe sıralanan ve sadece bir tanesi bile normal bir insana fazla gelecek tarzda olaylar. EDH'de neredeyse bütün Vonnegut başkahramanlarında göze çarpan özellik mevcut: topluma karşı çıkmak istemek ama bunu nasıl yapacağını bilememek, kendini savunamamak, kendi içlerindeki düşünce zincirlerinde son derece kaliteli yargılara varırken toplum temsilcileriyle yaptıkları konuşmalarda silik kalmak... Ve bu özellikler EDH'nin elini kolunu bağlıyor. Cahil ve kibirli "Yöneten Sınıf" temsilcilerine isyan etmesi, onlara ağzının payını vermesi gerekirken bunu yapamıyor örneğin; ancak bize içini dökmekle yetinebiliyor ve bir de kendisinin yapamadığını yapan bir kadını övmekle.
EDH'nin Vietnam Savaşı'na gidişini kendisi değil babası belirler. Toplumun gözünde yüksek bir yere sahip olmak isteyen babası oğlunun askeri akademiye gitmesini sağlar. Vietnam Savaşı hayatının en önemli dönüm noktalarından birisidir EDH'nin ve savaştan döndükten sonra Vietnam'daki üstlerinden biri tarafından profesör olarak işe alınır.
EDH'nin işe başladığı kolej, soyunda genetik olarak öğrenme engeli olan bir zengin tarafından kurulmuştur ve ülke genelindeki zenginlerin öğrenme engelli çocuklarını eğitmektedir. Buradaki profesörlüğü sırasında EDH'nin önce kayınvalidesi, ardından da karısı genetik bir hastalık sebebiyle delirirler. Bu da yetmez, EDH kendisini takip eden ve konuşmalarını gizlice kaydeden bir öğrencinin iddiaları yüzünden (daha çok "yöneten sınıf"a düşman olduğu gerekçesiyle) okuldan atılır. O da çareyi biraz ilerideki hapishanede öğretmen-gardiyan olmakta bulur. Ancak absürd olaylar peşini bırakmaz ve hapishaneden toplu kaçış olur. Kaçan mahkumlar kasabayı ve koleji işgal ederler, birçok insanı öldürürler. Olaylar yatıştıktan sonra EDH de mahkumlara yardım ettiği gerekçesiyle hapse atılır. Bize de bütün bunları hapishane (daha önceki kolej) kütüphanesinde bulduğu kağıtlara yazarak iletmektedir.
Vonnegut'un kitabı tadından yenmiyor açıkçası (bakmayın ben iyi anlatamadım, böylesi kitapları özetlemek falan çok zor). Olayların absürdlüğü bir yana, kahramanın bunları sunuş biçimleri, bunlar üzerine düşünceleri ve kurduğu cümleler suratınızda her zaman bir sırıtmanın durmasını sağlıyor. Ama daha önceki yazımda belirttiğim gibi Vonnegut kara mizahın ustasıdır ve her kitabı gibi "Hocus Pocus"ta da kemikleşmiş, kahredici sorunlara ve çürümüşlüklere sırıtıyor ve aynı zamanda üzülüyorsunuz.
Vonnegut'un üstünde durduğu noktaların, verdiği mesajların haddi hesabı yok. Aslında kitaptan bir çok alıntı yazdım bir kenara ve hepsini de size iletmek istiyorum, ama tabi ki o kadar uzun bir yazıya dönüştürmeyeceğim bunu. Bu sebeple sadece belli başlılarının üstünden giderek size Vonnegut tarzını ve verdiği mesajları göstermeye çalışacağım.
Vonnegut'un çevreye çok önem veren bir yazar olduğundan bahsetmiştim. Kitaptaki en sevdiğim yerlerden birisi insanların çevreyi yokedişlerinin üzerine. Vonnegut gezegenin sonunu getirdiğimizde kapanışı şu sözlerle yapabileceğimizi söylüyor:
"WE COULD HAVE SAVED IT,
BUT WE WERE TOO DOGGONE CHEAP"
Ve "yöneten sınıf"... Vonnegut'un üst sınıfa en çok yüklendiği romanı "Hocus Pocus" (Son romanı Timequake'i okumadım. Belki onda da yapıyordur bunu). Kitabın çoğunda EDH'nin sınıflar üzerine yaptığı yorumları görüyoruz zaten. İşte onlardan birisi:
"The trouble with the ruling class is that too many of its members were nitwits."
Bir sonraki alıntım hem "yöneten sınıf"a bir yüklenme, hem de Amerikan finansal sisteminin ağır bir eleştirisi. Bu cümleleri Japonlarca satın alınmış bir hapishaneyi yönetmesi için Amerika'ya gönderilmiş Hiroshi Matsumoto'dan okuyoruz:
"They looted your public and corporate treasures, and turned your industries over to nincompoops. Then they had your Government borrow so heavily from us that we had no choice but to send an Army of Occupation in business suits. Never before has the Ruling Class of a country found a way to stick other countries with all the responsibilities their wealth might imply, and still remain rich beyond the dreams of avarice. No wonder they thought the comatose Ronald Reagan was a great President!"
Vietnam Savaşı'yla ilgili bir kısım ise sadece bu berbat savaşın temellerini göz önüne sermekle kalmıyor aynı zamanda derinleşerek insanlığın sorunlarına uzanıyor:
"The Vietnam War couldn't have gone as long as it did, certainly, if it hadn't been human nature to regard persons I didn't know and didn't care to know, even if they were in agony, as insignificant. A few human beings have struggled against this most natural of tendencies, and expressed pity for unhappy strangers. But, as History shows, as History yells: 'They have never been numerous!'
Another flaw in the human character is that everybody wats to build and nobody wants to do maintenance.
And the worst flaw is that we're just plain dumb. Admit it!
You think Auschwitz was intelligent?"
Ve son alıntım olarak, yorumları size bırakarak, kitabın kapanış cümlesini sunuyorum:
"Just because some of us can read and write and do a little math, that doesn't mean we deserve to conquer the Universe."
Hepinize Vonnegut'un sadece bu romanını değil bütün romanlarını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Emin olun Vonnegut bir insanın hayatında yeni ufuklar açabilen o büyük yazarlardan birisi.
Eveeet... Biliyorum bu yazı biraz uzun oldu ama bu seferlik mazur görün. Ayrıca sonuna kadar okuduğunuz için de teşekkürleri sunuyorum. Bir dahaki yazımda görüşmek üzere diyorum. Son olarak, iki sene önce gezegeni terk etmiş olan (muhtemelen Tralfamadore'a gitmiş) Kurt Vonnegut önünde saygıyla eğiliyorum ve onu, kitaplarında ölenler için kullandığı o ünlü deyişiyle uğurluyorum. So it goes...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Hocus Pocus - Kurt Vonnegut -I

Evet evet eveeet!.... Merakla beklediğiniz, "yahu nerede kaldı favori blog yazarımız?" dediğiniz bendeniz geri döndüm sonunda. Malum efendim, sınavlardı falan. Ayrıca siprink breyk vardı ve peşinden yıllık yazıları (tarihe not düşmüş oldum bakın. yıllar sonra benim blogumdaki bu yazıya yeniden bakacaksınız -tekrar tekrar okumak isteyeceksiniz çünkü- ve "vay be yıllık yazıları o zamanmış," diyeceksiniz).
Bu sefer en sevdiğim yazar Kurt Vonnegut'un en son okuduğum romanını yazacağım. Okumayı uzun zamandır geciktirdiğim bir romandı. Zira Vonnegut amcamın roman külliyatını bitirmek üzereydim (Hocus Pocus sondan bir önceki) ve derin üzüntülere sevkediyordu bu beni. Ama daha fazla dayanamadım ve karşınızdayım.
Başlamadan önce iki uyarı yapayım: 1. Yanda gördüğünüz kapak, diğer kitapların aksine okuduğum baskının kapağı değil. 2. Vonnegut kitaplarını orijinal dilinde okumak gibi bir takıntım olduğu için, bu yazıdaki alıntılar İngilizce olacak. 3. Son ve en önemli uyarım, bu yazı biraz uzun olacak beni mazur görün. Bu sebeple iki parçaya ayırıyorum. İlk kısımda Vonnegut'u, ikinci kısımda kitabı tanıtacağım. Hepsini okursanız sevinirim.
Artık geçebilirim Kurt Vonnegut'tan bahsetmeye. Vonnegut'un hayatı trajediden yana zengin diyebiliriz. Vonnegut'un Annesi 1944 yılında, Anneler Günü'nde intihar etti. Bunun Vonnegut'un üzerindeki etkileri büyüktür. En sevilen kitaplarından biri olan "Breakfast of The Champions"da annesi gibi intihar etmekten korktuğunu belirtmiştir. Bu korkunun yersiz olmadığı 1984'teki intihar başarısız intihar girişimiyle de anlaşıldı.
Bunun yanında, hayatını ve kitaplarını en çok etkileyen olaylardan birisi de, benim bir insanlık suçu olarak gördüğüm, II. Dünya Savaşı'ndaki Dresden Bombardımanı'dır. Vonnegut savaş sırasında Almanlar'a esir düştü, Dresden'e götürüldü ve şehrin İngiliz ve Amerikan hava kuvvetlerince bombalanmasına tanık oldu. Hayatta kalmasını sağlayan ve "Slaughterhouse five" olarak adlandırılan mezbaha aynı isimli bir kitaba, genel olarak II. Dünya Savaşı tecrübesi ise birçok başka kitabına temel oldu.
Biraz da görüşlerinden bahsedeyim Vonnegut'un. Vonnegut Amerikan sosyalistlerinden çok etkilenmiş ve birçok kitabında Amerikan işçi hareketinin öncülerine atıflarda bulundu. Ayrıca kendisini bir hümanist olarak tanımlamış ve Isaac Asimov'dan sonra Amerikan Hümanist Derneği'nin başkanlığını da yürütmüştür. Vonnegut'un kitaplarında verdiği ahlaki dersler hümanist ve aynı zamanda zaman zaman çevreci temeller üzerine kuruludur (örneğin insanların dünyanın ve yaşamın sistemli yokoluşuna sebep olduğuna sık sık işaret eder). Vonnegut hayatının son zamanlarında doğrudan siyasi figürler üstüne yürümeye de başladı. George W. Bush'un baş düşmanlarından biri oldu. Bush hakkında, 2000 seçimlerindeki şaibeli zaferine de atıfta bulunarak yaptığı yorumlardan biri şuydu: "The only difference between Hitler and Bush is that Hitler was elected." 2004 seçimlerinde de, ne Bush'u ne de Kerry'i istemediğini şu sözlerle belirtti: "No matter which one wins, we will have a Skull and Bones President at a time when entire vertebrate species, because of how we have poisoned the topsoil, the waters and the atmosphere, are becoming, hey presto, nothing but skulls and bones." (okura ödev: Skull and Bones'u araştır).
Vonnegut'un din konusundaki görüşleri de ilgi çekici. Kendisini "özgür düşünen", "hümanist", "agnostik" ve "ateist" olarak tanımladı ama herhangi bir dine inanmadığını açık ve net belirttiği birçok zaman oldu. Ölümden sonra bir yaşam olmadığına inandığını ima eden "I am a humanist, which means, in part, that I have tried to behave decently without expectations of rewards or punishments after I am dead." şeklindeki sözlerinin yanında, ayrıca esprili bir dille ateistliğini belirttiği şu sözleri sarfetti "If God were alive today, He'd be an atheist."
Vonnegut'un edebi tarzına geleyim. Vonnegut en genel anlamda distopyacı ve kara mizahçı bir yazardır. Dünyanın mevcut durumunun berbat olduğunu söyler. Örneğin Tom Robbins de aynı fikirdedir ancak insanlıktan umutludur. Aksine Vonnegut geleceğe karamsar bakar, insanlığın dünyayı daha da kötüye götüreceğini belirtir. Özellikle Amerikan insanlarının vurdumduymazlığını, kaynakları gereksizce tüketimini, uyarılarda bulunan kesimlere verdikleri "Birileri hep dünyanın sonunu getiriyoruz dedi ama bakın bir şey olduğu yok, hala yerimizde duruyoruz." şeklindeki aptalca cevapları kitaplarına konu ederken bu karamsarlığına sık sık rastlarız.
Vonnegut'un konuları çeşitlidir. Baskın temalarından birisi II. Dünya Savaşı'dır. Sadece bu savaş üstünde süren kitapları olduğu gibi, savaştan bir parça barındıran birçok başka kitabı da bulunur. Diğer bir favori teması "yaşamın sonu"dur. Bu iki konu yanında, bağımsız olayların üstüne kurduğu, Amerikan halkının sosyal hastalıklarını işlediği birçok romanı da bulunur. Ama tema temelde ne olursa olsun, Vonnegut kitaplarındaki olaylar uç noktalarda ve absürddür ve birçok inanılmaz tesadüfü barındırır içinde.
Kitaplarındaki karakterler çoğunlukla toplumun kötü gözle baktığı, dışlamaya çalıştığı kişilerdir. Birçoğunun ortak yönü hayattaki başarısızlıkları ve kendilerini toplum karşısında ifade etmede duydukları zorluktur (en efsane kahramanı Kilgore Trout yürüyen bir başarısızlık abidesidir adeta). Vonnegut bu başarısız, dışlanmış, nefret duyulan kişiler üzerinden Amerikan halkının ve genel olarak insanlığın hastalıklarını, çarpıklıklarını ve günahlarını işler. "Hocus Pocus"un başkahramanı da, Vietnam savaşına katılmış, geçmişinde birçok hata barındıran, kitabın geçtiği dönemde bir şekilde hayata tutunmaya çalışan, genellikle şanssız bir adamdır. Ancak bu ikinci kısmın konusuna giriyor. Sabrınızın hala yerinde olduğuna inanıyorum ve sizi ikinci kısma bekliyorum.