28 Mart 2009 Cumartesi

Siddhartha - Hermann Hesse

Ayran içtik ayrı düştük sevgili blog takipçilerim. Son yazdığımdan beri yaklaşık 10 gün geçmiş. Bunda vaktimin olmamasının etkisi büyük ama aynı zamanda, itiraf edeyim, okuma konusunda da tembellik yaptım ve Virginia Woolf'tan Jacob'un Odası'nı bir haftadan uzun bir sürede bitirdim. Bunun da etkisi var.
Neyse ne, sonuçta Hesse'ye geçmemim vaktidir. Başlamadan önce eksik, gedik bir şey kalırsa ya da bir yanlışım olursa affola; zira Hesse gibi birini yorumlamak zor iş.
Hesse'nin hayat hikayesi Almanya'da başlayıp İsviçre'de sona erdi. Kendisi sorunlu bir çocukluk ve -bir intihar girişimi de içeren- ilk gençlik çağı yaşadı. 18 yaşında bir kitapçıda çalışmaya başlayan Hesse, burada çok geniş bir kitap koleksiyonuna erişme şansına sahip oldu ve yazarlık yolundaki ilk adımlarını atmaya başladı. İlk yapıtları satış yönünden başarısız olsa da Hesse'deki cevheri gören yayıncı tarafından desteklendi. 20'li yaşlarında, Hesse'nin ana konularını oluşturacak olan Budist felsefesi ve Hindistan hayranlığı yeniden uyanmaya başladı (bunlara ilk olarak ailesinin yanında kalırken yakalanmıştı ve Schopenhauer'ın tekrar ilgi görmeye başlaması yeniden uyanışta etkili oldu). Bunların yanında Hesse teosofiyi de keşfetti (teosofi bütün dinlerin ruhların mükemmelliğe erişmek için kullandıkları araçlar olduğunu ve hepsinde doğru yanların bulunduğunu savunan fikir akımıdır). Bütün bunlar Hesse külliyatının belirleyici konuları olarak yerlerini aldı.
Hesse Birinci Dünya Savaşı'nda aktif olarak yer aldı ancak aynı zamanda Alman aydınlarını hamasi yurtseverlik dalgasına kapılmamaları için uyaran yazılar yayınladı. Bu Hesse'yi büyük bir tepki ve nefret dalgasıyla karşı karşıya bıraktı.
Hesse Nazizm zamanında da eleştirel tutumunu sürdürdü ve Almanya'da yasaklanan yazarlar arasına girdi. Aynı zamanda şunu da söylemekte yarar var: Hesse, Bertolt Brecht ve Thomas Mann'ın Almanya'dan kaçışlarına da yardım etti.
Hesse edebiyatının ana temalarının içeriğini biraz önce söylemiştim zaten. Hesse doğu gizemciliğine büyük bir hayranlık beslediği için kitaplarında gizemci öğeler ön planda. Daha önce, sanırım Borges'i yazarken, gizemciliğe sıcak olmadığımı belirtmiştim sanırım. Ancak bu durum, bu şekilde yazılmış kitaplardan zevk almamı engellemiyor tabi ki. Zira Hesse'nin Bozkırkurdu isimli kitabı en çok sevdiğim ve üst sıralara yerleştirdiğim kitapların başında geliyor. Bu bağlamda Siddhartha'yı da çok beğendim. Kitabın üslubu, olayların gelişimi ve Siddhartha'nın yolculuğu gerçekten söylendiği gibi bir başyapıta yaraşır şekilde.
Siddhartha bir Brahman'ın oğlu olarak dünyaya gelir ve bu şekilde büyütülür. Ancak ergenliğinin sonlarına doğru aradığı şeyi, yani Ben'den kurtulmayı, ölümsüz varlıkla bir olmayı, Brahman olarak bulamayacağını anlar ve çocukluk arkadaşı Govinda ile yollara düşüp Samanalar'ın arasına katılır (tembel okur benden bekleme Brahman ne imiş, Samana ne imiş, aç wiki'yi öğren). Ancak Siddhartha'nın arayışı Ben'den tamamen kurtulmaktır, geçici olarak değil. Bu arayış sırasında yolu Buddha mertebesine erişmiş bir insanla tanışmaya götürür onu, ancak Siddhartha Buddha'nın da kendisine yardım edemeyeceğini anlar ve kendi yolunu aramaya devam eder. Siddhartha yolculuğu sırasında bir şehirde paranın ve dünyevi zevklerin çekimine kapılır ve yıllarını bu şekilde boşa harcar. Ta ki silkelenip şehirden kaçana ve bir ırmağın kenarında bir kayıkçı ile dost olup oraya yerleşene kadar. Bu saatten sonra uzun zamandır aradığı şeye nasıl ulaşacağını farkeder.
Kitabın konusuna genel bir bakış atınca, ilk etapta beylik bir ruhani aydınlanma teması üzerine kurulu olduğunu düşünebilir insan. dünyevi zevklerden kaçma, kendini şehvet ve paraya kaptırma, arınma gibi alışılmış imgeler baskın gibi gözükse de, aslında Hesse Siddhartha'da alışılmış olan bilgelik, arınma, huzura kavuşma kavramlarını sorguluyor.
Bildiğimiz bilgelik kavramı genellikle şu varsayımın üstüne kuruludur: bir insan türlü zorluklar ve çabalar sonucunda bilgeliğe eriştiği zaman bir öğreti meydana getirebilir. Bu andan sonra bilge kişiyi kendine öğretmen belleyen insanlar, onun öğretisini takip edip kurallara uyarak bilgeliğe erişebilirler. Hesse bu noktada devreye girip bunun böyle olamayacağını savunuyor. Siddhartha bizzat Buddha'ya diyor ki, önemli olan bilge adamın bilgeliğe ulaşma anında yaşadıkları, bu özel deneyimleridir. Bilge insan başkalarına bilgeliği anlatamaz, zira bilgelik anlatılacak bir şey değil, yaşanacak bir şeydir. Bu sebeple kişiler bir öğretiye körü körüne bağlı kalarak değil, kendi içlerine dönerek, kendi Ben'lerini öğrenerek bilgeliğe ulaşabilirler.
Hesse'nin değişik bir yorum getirdiği bir inanç daha var. Bir çok din ve inanışta kişinin bilgeliğe ve arınmaya, ancak kendisini "yalan ve hayal" olarak görülen bu dünyadan soyutlarak ulaşabileceği anlatılıyor. Zaten Siddhartha'nın yolculuğunun ilk kısmı da hep bunun üzerine ilerliyor. Sürekli bir dünyadan ve kendinden kopma çabası... Hesse bunun yanlış olduğu kanaatinde. Siddhartha'nın nihayetinde eriştiği görüş aşağı yukarı şu yönde oluyor: Hayat bütün yönleriyle, canlı-cansız varlıklarıyla, ırmaklarla, dağlarla, hayvanlarla, insanlarla, insanların duygularıyla, hırslarıyla bir bütündür ve bütün yönleriyle ölümsüz ve kutsal varlığın parçasıdır. İnsan içinde yaşadığı dünyayı tanıyamazsa, Ben'ini tanıyamazsa, bunları sevemezse, her şeye derin bir sevgi duymaya başlayamazsa arınma denilen şeye erişemez. Kişi kendini hayattan ve bu dünyadan soyutladığı zaman ölümsüz varlıkla olan önemli bağlarından birini koparmış demektir.
Siddhartha kabullenmiş olanı sorgulamak, her şeyi ve herkesi sevmek üzerine verdiği derslerle öenmli bir kitap. Gizemci öğretilere ilgi duyan arkadaşlarımın gözünde yüce bir kitap statüsü kazanabilir. Ancak benim gibi gizemciliğe ilgi duymayan kişilerin bile seveceği ve önem vereceği bir kitap. Okumayanlara tavsiye ederim. Yine Hesse'nin elinden çıkma Bozkırkurdu'nu da okuyun lütfen. Getirdiği burjuva eleştirisiyle çok önemli bir kitap benim gözümde.
Evet sevgili okuyucularım. Yine bitişe geliyorum. Bir sonraki kitabım Virginia Woolf'tan Jacob'un Odası olacak. Onun ardından en sevdiğim yazar olan Kurt Vonnegut'tan Hocus Pocus'u yazacağım. Şimdilik görüşmek üzere.

18 Mart 2009 Çarşamba

Alef - Jorge Luis Borges

Yine karşınızdayım. Bu sefer Borges'den Alef'i yazacağım.
Bilinen metoduma geçiyorum ve önce biraz yazardan bahsediyorum. Borges Arjantin'de doğmuş ancak 15 yaşındayken babasının görme sorunları yaşaması sebebiyle ailesi İsviçre'ye taşınmış. Buradan İspanya'ya geçen aile daha sonra tekrar Arjantin'e dönmüş.
Borges Arjantin'e geri döndükten sonra yazarlık kariyerine başlamış ve ilk başlarda Sürrealist bir tarzda eserler veriyormuş. Ancak çok bağlı olduğu babasının ölümü Borges'i etkilemiş ve Borges'te tarz değişikliğine yol açmış.
Borges'in Peronlar'la iyi geçinemediği de biliniyor. Peron iktidarı sırasında çalıştığı kütüphaneden atılmış ve devamında da politik baskılara maruz kalmış. Kütüphaneden atıldıktan kısa bir süre sonra Arjantin Mektuplar Topluluğu'na yaptığı konuşmadaki şu cümlesi beni etkiledi açıkçası:
"Dictatorships foster oppression, dictatorships foster servitude, dictatorships foster cruelty; more abominable is the fact that they foster idiocy."
Ayrıca şunu da söylemeliyim. Borges babasından gelen genetik rahatsızlık yüzünden ellilerinin sonunda kör olmuş ve o günden sonra annesi, 99 yaşında ölene kadar, Borges'in kişisel sekreteri görevini üstlenmiş. Annesi öldükten sonra Borges dünyayı dolaşmaya başlamış ve bu süre içinde kendisine ölümünden birkaç hafta önce evlendiği asistanı bakmış. Son olarak, Borges'in çok kereler Nobel'e aday gösterildiğini ama hiç alamadığını da belirteyim.
Alef'e gelince... Alef Borges'in kısa hikayelerinden oluşan bir kitap ve tarz değişikliğinden sonraya denk geliyor. Bu tarz değişikliğini daha kozmopolit bir tarza geçiş olarak tanımlıyorlar. Benim fikrimce Alef'teki hikayelerin tarzları gizemci bir tarza yakındı. Genel olarak hikayelerin konuları kurgu ve gerçeküstü olaylar. Bunun dışında Arjantinli gaucholar da Borges'in öenmli bir ilgi alanını ve hikayelerin sık kullanılan konularından birini oluşturuyor.
Mesela Ölü isimli hikayesinde hayali bir adamın gauchoların arasına katılıp suç ve hırs içinde sonuna koşmasını anlatıyor. Bunun yanında Ölümsüz ve Asterion'un Evi gibi hikayelerde geçmişin mitlerinden yardım almış ve onların üstüne kendi hikayelerini kurmuş (Ölümsüz de Homeros gibi tanıdık simalarla karşılaşıyoruz, II. Asterion ise Giritli minatour'un adıdır).
Bunların yanında gizemli ve ölüm gibi Borges'in sevdiği bir konunun üstüne kurulmuş hikayeler de çok. Öteki Ölüm, Zahir gibi hikayeler bunlara örnek. Kitaba ismini veren Alef hikayesi benim en sevdiklerimden biri oldu (gizemcilikten hazzetmesem de). Alef İbranice'nin ilk harfi ve bir sayısının karşılığıymış. Borges'in hikayesinde Alef bütün evrenin, evrendeki tüm noktaların aynı anda görüldüğü bir nokta olarak geçiyor ve Borges'in yazarlığa özenen ama yeteneği olmayan bir adamın bodrumunda Alef'i görmesini anlatıyor.
Alef Borges'in okuduğum ilk kitabıydı. Yakın zamanda ikinci bir tane okur muyum bilemem. Açıkcası koyacak raf bulamadığım için yerlere dizdiğim ve okunmayı bekleyen bir çok kitap var. Bu sebeple yeni bir Borges kitabı ufukta görünmüyor. Ama Alef'i okumanızı tavsiye ederim.
Bir sonraki kitabım Siddhartha'da görüşmek üzere efenim.

16 Mart 2009 Pazartesi

Ağlamak utanılacak bir şey değildir...

Alef'i yazacaktım. En azından sayfayı açıp yeni kayıt tuşuna elim gitmeden önce niyetim buydu. Fakat sonra vazgeçtim. İçimde bir sıkıntı var. Sanırım isyan etmek istediğim ama tek başıma, tek bir birey olarak güçsüzlüğümü farkedip lanet ederek benliğimi susturmaya çalıştığım akşamlardan birini yaşıyorum.
İsyan... Ne kadar güzel bir kelime. Bu kelime sadece başkaldırı anlamını taşımıyor bana kalırsa; bütün o ihtişamı içinde başkaldıranın acılarını, uğradığı baskıları, insanın başka bir insanı ezmek ve yok etmek uğruna alçabildiği en dip noktaları, ve fakat bütün bunlara rağmen umudu, zafer ihtimalini, güzel ve güneşli bir geleceği taşıyor bu kelime o ufacık, beş harflik benliğinde.
Son aylarda içimdeki sıkıntı büyüyor. Neden bulmak çok kolay. Gazeteleri ve dergileri karıştırırken gözlerimin yandığı zamanlar çok oluyor. Açıyorum dergiyi ve Kongo'da yüzbinlerce insanın evlerinden kaçtığını, çocukların açlıktan ölmeye başladığını ve bütün bunların sebebinin para olduğunu okuyorum; pis, leş kokan, bizim yaratımız olduğu halde insan hayatından daha değerli gördüğümüz para. Sayfayı çeviriyorum ve üstünde kir ve yıpranmışlıkla kıvranan bir elbise, sırtında belki de tek mülkü olan bir çuvalla, sefalet içinde bir Çinli görüyorum ve sosyalizmi yerlerde süründürenlere lanet ediyorum. Ve başka bir sayfada alaşağı edilen Amazon ormanları var; o yüce, herhangi bir devletten, herhangi bir ekonomik kazançtan, herhangi bir çıkardan yüce ormanlar. O ormanlar yakılıp yıkılırken "her şeyin iyiisni market bilir" diye ortalıkta gezinen insan bozuntularının "Karbon Marketi oluşturalım, ülkeler parayla çevreyi kirletme hakkı satın alsın," demelerini okuyorum. Ah ne yazık ki bitmedi... Dünyada milyarlarca insan açlıktan kıvranır, milyonlarcası bırak kendini ısıtacak yakıtı, başını sokacak bir ev bile bulamazken; Amerikalı'nın kışın uzun kollu giymek istemediği için "parasını verir, çatır çatır yakarım" diyerek kendini oturttuğu yaşam standartına bakıyorum, iki yüzlülüklerine ve insana ihanetlerine lanet ediyorum.
Acaba niye yazdım bu yazıyı. Bir önceki paragrafı bitirirken kendime bu soruyu sordum. Sanırım sadece içimdeki sıkıntının birazını yazıya döküp kendimi rahatlatmaktı başlangıç amacım. Ya da belki sadece şunu söylemek istemiştim: Filistin'deki taş atan çocuk olduğum kadar, Sri Lanka'da kamplara kapatılan çocuğum aynı zamanda. Kongo'da oğlunun başında ağlayan babayla birlikte ağlarken, Afganistan kızını okutmak için mücadele eden anneyle birlikte savaşıyor, Atina'da polise taş atıyorum. Yani her zaman ve her şekilde, insanın yanında duruyorum...

14 Mart 2009 Cumartesi

Çarpışma - J. G. Ballard

Evet... Elimde olmayan sebeplerden kaynaklanan kısa bir aradan sonra yine karşınızdayım. Kitaba geçmeden önce, iki-üç kişi okuyor topu topu diyip duruyordum ama takipçim olmayan, arkadaşımın arkadaşı yorumda bulunmuş, Ezgi hanıma teşekkür ediyorum :)
Biraz Ballard'dan bahsedeyim sizlere. Kendisini ben de bu kitapla tanımış bulundum. Kendisi 1930da doğmuş, hala hayatta olan bir yazardır. Ballard Şangay'da doğmuş. Japonlar Şangay'ı işgal ettikten sonra ailesiyle birlikte toplama kampına gönderilmiş ve birkaç yılını orada geçirmiş. Savaştan sonra İngiltere'ye gitmiş.
Ballard'ın kitaplarında bir "dystopia" (utopia'nın tersi) teması hakim. Bu da şu demek: ütopik bir toplumun karakterleri sayılan uyumluluk, yücelik, mükemmelliğin aksine Ballard'ın kitaplarında insanlığın sefaleti, içine düştüğü çürüme, şiddet, hastalık hakim durumda.
Çarpışma da tam olarak distopyaya uygun düşen tarzda bir kitap. Öncelikle söylemeliyim ki, bu kitabın birçok insanı rahatsız edeceğini, filmdeki sahneler yüzünden yarısında çıkan seyirciler benzeri "kitabı yarıda bırakma" eylemi yaratabileceğini düşünüyorum. Bunu söylememin sebebi Çarpışma'nın türünün belki de tek örneği olması ve teknoloji-şiddet-cinsellik üçlüsünü harmanlaması. Kitabın içindeki bazı betimlemeler insanın normallik anlayışını zorlayacak derecede. Bana kalırsa böylesi bir tarz gerekli ve yararlı, ama sizi bilemem tabi.
Kitabın konusuna gelince. Ballard'ın kendi ismini James Ballard isimli baş kahramanımızın dilinden ilerliyor kitap. Normal bir modern insan olan, Catherine isimli karısıyla yozlaşmış, iki tarafın da birbirini aldatıp durduğu bir evlilik yürüten James bir akşam büyük bir otomobil kazası geçiriyor ve bir adamın ölümüne sebep oluyor. Böylesi bir kaza James'in hayata ve topluma bakışını kökünden değiştiriyor. Kazadan sonra tanıştığı, araba kazaları ve bunların cinsel imgeleri konusunda sapkın ve takıntılı görüşlere sahip Vaughan'ın etkisiyle, araba kazalarına bağımlı hale gelen, araba objesine karşı büyük cinsel uyarılmalar duyan bir kişi haline dönüşmeye başlıyor yavaş yavaş. Dahası karısı Catherine ve kitapta tanıdığımız başka başka kişiler de (James'in öldürdüğü adamın karısı olan ve bir süre sonra James ile cinsel ilişkiler yaşamaya başlayan Helen de dahil) bu yola çekiliyorlar.
Çarpışma, biraz önce bahsettiğim gibi, alışık olmadığımız tarzda imgelerle dolu. Sadece arabalarda cinsel arzular duyabilen insanlar, bile bile araba kazası yapan kişiler, ünlüleri araba kazası yoluyla öldürme arzuları, çevreyi ve dünyayı arabalarla birleştirerek algılama ve dahası. Sanılmasın ki bütün bunların yarattığı kakafoni amaçsız ya da "aykırı kitap yaratma" amacıyla ortaya konmuş bir şey. Aksine Ballard'ın verdiği bir mesaj var.
Ballard'ın Çarpışma'da üstüne düştüğü tema insanın ürettiği teknolojilerin onun hayatına hükmetmeye başlaması ve insan elinden çıkma ürünlerin insan hayatını yoketme gücüne kavuşması. Ballard'a göre insanın bugünkü doymakbilmezliği geleceği yokediyor ve her isteğimizin, her arzumuzun doyurulduğu, gerçek olmayan ama gerçek diye bize sunulan bir dünyanın içinde yaşıyoruz. İşte böylesi bir dünyanın içinde teknoloji ve onun ürünleri bizi her yönden, ışıltılı, erotik, arzulara hitap eden yöntemlerle çağırıyor. Ballard'a göre, Çarpışma'nın görevi, teknolojinin ışıltılı bir ürünü olan araba unsurunu cinsel bir imge olarak ele alıp insanları böylesi bir dünyaya karşı uyarmak. Bitirmeden önce, bu kitabı okumanızı da tavsiye ettiğimi belirtmek istiyorum.
Evet, şimdilik bu kadar yeter. Bir sonraki durağımız Borges'ten Alef olacak. Hemen ardından da bugün okumayı bitirdiğim Hermann Hesse'den Siddhartha'yı yazacağım. Görüşmek üzere...

3 Mart 2009 Salı

Yabancı - Albert Camus

Evet, bir kitapla daha karşınızdayım. Yavaş yavaş bloga kitap yazmaya başladığımdan beri birikmişleri bitiriyorum.
Öncelikle yine biraz yazarımızdan bahsedeyim; gerçi Camus'un bundan önceki iki yazara göre çok daha tanıdık olduğunu zannediyorum. Kendisi çok yönlü ve kısa ama dolu dolu bir hayat yaşamış bir şahıs olduğu için onun hakkındaki yazımı kısa tutacağım. Bunun sebebi tembellik değil, ne kadar uzun yazsam da tam anlamıyla her yönünü anlatamayacak olmam.
Camus genellikle Varoluşçulukla ilişkilendirilir (kendisi bunu reddediyor ve -bu bana ilginç geldi- Sartre'nin de kendisinin de varoluşçulukla ilişkilendirilmelerine şaşırdıklarını belirtiyor). Kendi iddiası şudur ki, bireysel özgürlüğü hiçbir zaman elden bırakmadan Nihilizme karşı hareket etmiştir.
Camus'un siyasi hayatı bu lafları doğruluyor bana kalırsa. Kendisi Cezayir asıllı olduğu için, Cezayirliler'e yapılan ayrımlarla mücadele uğruna Fransız Komünist Partisi'ne katılmış. Bir süre sonra Cezayir'de kurulan Cezayir Komünist Partisi yerine Cezayir Halkın Partisi'ne destek verdiği için Troçkist damgasıyla partiden atılmış (tarihteki bütün komünist partilerdeki kangrenleşmiş sorundur bu: farklı fikirlerden ölesiye korkmak. Ama bu başka bir yazının konusu). Bu durum Camus'un duruşunu etkilememiş. Zaten temelinden komünist olmayan, daha çok anarşizme yatkın olan Camus birçok tarihi olayda (Doğu Almanya isyanı, Macar Devrimi vs.) anarşistleri desteklemiş. Buradan da anlayacağınız üzere Camus hayatı boyunca totaliter rejimlere karşı mücadele vermiş.
Edebi tarzına gelirsek... Camus hayatın ve insanın oluşturduğu yapıların anlamsızlığını kabul eder, ölümle sonuçlanacağı kesin olan yaşamın baştan umutsuz başladığnı söyler. Fakat buradan ,karşı çıktığı nihilizm gibi "değerlerin olmadığını" iddia ettiği ya da "umutsuzlukla kıvranalım" dediği zannedilmesin. Aksine Camus der ki, evet hayat anlamsızdır ama bu onu dolu dolu yaşamamızı engellemez. Hayat umutsuzlukla başlar ama bu gelecekten umut etmemizi, insanları ve dünyayı karşılık beklemeden sevmemizi engellemez. "Mutluluk, bir yerde ve her yerde, hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir."
Camus'un eserleri de genelde bu temel üzerine kurulu. Olaylar anlamsız ve çıldırtacak kadar garip. Ancak karakterler özgür ve kararlı.
"Yabancı" romanı kısa ve hızlı gelişen bir roman. Kahramanımız Meursault topluma yabancılaşmakta olan, hayatın anlamını yakalayamayan, olaylara (annesinin ölümüne dahi) aykırı bir nesnellikle yaklaşan genç bir adamdır. Bütün aykırılığının yanında, düşünce tarzını büyük bir açıksözlülükle ifade eder. Örneğin "Evlenelim mi?" diyen kız arkadaşına "Elvenelim ya da evlenmeyelim, bence bir," der çünkü ona göre gerçekten bu iki seçenek arasında bir fark yoktur. Meursault başkalarının seçimlerinin ve yazgılarının kendisini ilgilendirmediğini, aynı şekilde başkalarının da kendisine karışmaması gerektiğini düşünür. Ancak toplumun bakış açısı bu değil bildiğimiz gibi.
Meursault olayların gelişimi sırasında bir cinayet işler e mahkemeye çıkarılır. Bana kalırsa kitabın en müthiş kısımları bu mahkemeyi anlatan bölümler. Zira sıradan bir cinayet davasının, Meursault'ın aykırılığının toplumsal dogmalar ve ahlak kuralları bakımından yargılanmasına dönüşmesini izlemek gerçekten rahatsız edici ve düşündürücüydü. Adam öldürmekten mahkemeye çıkarılan bir adam, bir süre sonra annesinin cenazesinde ağlamadığı, cenazenin ertesi günü sinemaya gittiği için suçlanmaya başlanır; bu tür "toplum-dışı" bir kişiliğe sahip olduğu için topluma zararlı olduğu iddia edilir. Sonuç olarak mahkeme artık bireyin, bireysel özgürlüklerin toplumun totaliter bakış açısında yargılanmasına dönüşür.
Yabancı okuduğum en güzel kitaplardan biriydi bana kalırsa. Camus Meursault'ın aykırı nesnelliğini o kadar güzel yansıtmış ki, kitabı okurken Meursault'laştığınızı hissediyorsunuz. Birçok yerde onun gibi düşünüyor, kendinizi onun yerine koyuyor, "Neden böyle olmasın?" diye düşünüyorsunuz. Aynı zamanda farklı bir bireyin toplum tarafından dışlanması, yargılanması, mahkum edilmesinin dehşetini iliklerinizde hissediyorsunuz. Kısacası, tavsiye ediyorum bu blogu okuyan 3-5 kişiye.
Bir kitap incelememin daha sonuna geldim. Bir sonraki durak Ballard'dan Çarpışma olacak. Onun ardından Borges'ten Alef'i yazacağım. Görüşmek üzere efenim.

2 Mart 2009 Pazartesi

Fahrenheit 451 - Ray Bradbury


İki-üç gün sonra yazıyorum demiştim yine bir hafta olmuş, tembelliğime verin. Yine okumamın üstünden zaman geçmiş bir kitabı yazıyorum (sanırım 10 gün).
Öncelikle yazar hakkında kısa, çerez babında bilgiler vereyim. Ray Bradbury amcamız bilim-kurgu ve fantastik tarzda kısa öyküler ve romanlar yazmış, Amerikalı, tanınmış bir yazardır. Kendisi science-fiction yazmadığını söyler. Bu konudaki konuşması şöyledir:
"First of all, I don't write science fiction. I've only done one science fiction book and that's Fahrenheit 451, based on reality. Science fiction is a depiction of the real. Fantasy is a depiction of the unreal."
Kitaplarının bazıları filmlere konu olmuştur. Fahrenheit 451 ile aynı ismi taşıyan, kitabı konu alan 1966 yapımı bir film mevcut. Öğrendiğim kadarıyla 2010 yılında bitecek bir yeniden çekim planlanıyor. Bradbury ile ilgili genel bilgi şimdilik yeter sanırım.
Kitap üzerine konuşmak gerekirse, Bradbury kitabı baskı ve kitap düşmanlığı üzerine kurmuş. Bradbury kitabın ön sözünde, baskıya örnek olan bir anısını anlatmış. Anlattığına göre 1950lerde bir arkadaşıyla kaldırımda yürüyormuş ve bir polis gelerek "Napıyorsunuz?" diye sormuş. Bu şekilde bir müdahaleye sinirlenen Bradbury "Bir ayağımızı ötekinin önüne atıyoruz," diye cevap vermiş. Polisin kendisine anlamaz gözlerle baktığını görünce "Sadece yürüyoruz. Bizi durduramazsınız. Banka filan soymak isteseydik arabamız olurdu," diye sürdürmüş konuşmasını. Polis "Sadece yürüyorsunuz, öyle mi?" diye sorup Bradbury'den "Evet" cevabını alınca, "İyi, bir daha yapmayın," diyerek uzaklaşmış (bilmiyorum bu olay sizlere tanıdık çağrışımlarda bulunuyor mu? örneğin kol kola gezen sevgilileri 'gençler olmuyor' diye uyaran ya da canı sıkıldığında yoldan geçenleri sorguya çeken polisler gibi...).
Kitap günümüzden yüzlerce yıl sonrasında, atom savaşlarının sıradanlaştığı bir gelecekte geçiyor. Bu gelecekte kitaplar tamamiyle yasaklanmış durumda. Evlerinde kitap bulunduran kişiler suçlu durumuna düşüyor. İtfaiye teşkilatı tamamen biçim değiştirmiş ve yangınları söndürmek yerine yangın başlatma, kitapları ve içinde bulundukları evleri yakma görevlerini üstlenmişler. İşte böylesi bir ortamda Guy Montag adında bir itfaiyeci genç ve hayat dolu bir kızla tanışıyor ve bir süre sonra gözleri gerçeği, yaptığı işi, ve hayatının ve toplumun korkunç durumunu görmeye başlıyor. Bu andan itibaren Montag eve gizlice kitaplar sokan, kitapların büyüsünü anlamaya çalışan bir insana dönüşüyor.
Fahrenheit 451'in tek mesajı kitaplar üzerine değil. Kitaptaki itfaiyeci yüzbaşı günümüzde artık gerçeğe dönüşmüş, televizyonun yaşamımızdaki rolü, insanların boşlaştırılması, çocukların düşünmeyen kişiler olarak yetiştirilmesi konusunda kehanetlerde bulunuyor. Kitap 1953 tarihli, bu sebeple kehanet diyorum ki belirttiğim gibi bence bunların bir çoğu bugün gerçekleşmiş durumda. Bence kitabı önemli kılan işte bu kehanetler. Bradbury, yüzbaşının ağzından bize diyor ki, televizyon yaşamımızı ele geçirdiğinde onu elinde tutan güç odakları bizi kendi istedikleri gibi yönlendirebilir, yontabilirler. Yaşamın gerçeklerinden yüzümüzü çevirip televizyonun bize sunduğu yalan fakat şaşaalı dünyaya esir olabiliriz. Bradbury diyor ki, kitap demek değişik fikirler, fikirlerin çarpışması demektir. İnsan bir kitaptan hayatın anlamını anlatan sözler değil, başka insanların yaşamla ilgili çırpınışlarını, akıl yürütmelerini alır. Bu çarpışan fikirler, bu çırpınmalar olmadığında düşünme eylemi de yitmeye başlar. Düşünmeyi bırakan insan rahattır ve huzurludur. İşte televizyon insanı düşünmekten vazgeçirip ona renklerle süslenmiş bir dünya sunma konusunda görev alır.
Dediğim gibi, bana kalırsa bugünün dünyasında televizyon ve medyanın öteki formları bu misyonlarını başarılı bir şekilde yerine getiriyorlar. Acaba gündüz işinde didinen bir insan ne ara düşünecek, kafasında hayatı sorgulayacak, fikirleri çarpıştıracak? Akşamlarını televizyonun karşısında, elinde kumandayla geçiren milyarları düşününce bu sorunun cevabı iç açıcı olmuyor. Hele de televizyonun propaganda ve hipnoz gücünün ne kadar yüksek olduğu düşünülürse...
Evet canlarım, şimdilik bu kadar. Yazılmayı bekleyen bugün itibariyle okumayı bitirmiş olduğum iki kitap daha var: Camus'tan Yabancı ve Ballard'dan Çarpışma. Bunları da kısa sürede yazmayı planlıyorum. Şimdilik görüşmek üzere...