11 Eylül 2009 Cuma

Bendeniz ve Marco Polo - Paul Griffiths

Tembellik ve üşengeçlik... Bu kelimelerin müthiş bir sosyo ekonomik ve pato mitolojik incelemesine girişebilirdim ancak bizzat kelimelerin kendisi bunu yapmamı engelliyor. Bu sebeple neden 3 aydır satır yazı girmediğimi açıklamaktan vazgeçiyorum ve taaa Mayıs başında bitirdiğim Bendeniz ve Marco Polo isimli kitaba geçiyorum.
Paul Griffiths İngiliz asıllı bir yazar, müzik eleştirmeni ve librettist (libretto opera gibi sanatlarda kullanılan yazıya verilen isim).1982 ile 2005 yılları arasında sırasıyla The Times, The New Yorker ve The New York Times'ın müzik eleştirmenliği görevini yürütmüş. Bunun yanında, başta Bendeniz ve Marco Polo olmak üzere, 4 adet romanı ve bahsedeceğim kitap üzerine kurulu Marco Polo isimli eseri de içeren 4 adet librettosu bulunuyor.
Bendeniz ve Marco Polo Griffiths'ten okuduğum ilk kitap (Griffiths'in sadece 4 kitabı, bunun yanında okunması gereken binlerce kitap, benim ise tek bir ömrüm olduğu düşünülürse son olması da büyük ihtimal). Kitabın konusu kısaca şöyle: Marco Polo ve Rustichello da Pisa (Pisa'lı bir yazar), Ceneviz zindanlarında birarada bulunmaktadırlar. Zindanlarda Marco Polo, Rustichello'ya anılarını dikte ettirmeye başlar. İşte buraya kadar ki kısım tarihi gerçeklikle birebir uyumlu. Bu noktadan sonra alternatif bir süreci başlatıyor Griffiths ve Marco Polo'nun anıları ironilerle, mistik öğelerle, fantastik unsurlarla dolu bir anlatıma dönüşüyor.
Kitap aslında karmakarışık. Okurken çoğu zaman şaşırıyor, "Neye geçtik ya şimdi biz?" derken buluyorsunuz kendinizi. Kitap bir yere kadar Rustichello'nun ağzından ilerlerken bir noktadan sonra Polo ele geçiriyor kalemi. Ayrıca Marco Polo'nun anlattıklarında okumayı ayrı biz zevk haine getiren müthiş fantastik öğeler mevcut. Bütün bunların yanında absürdlük de var kitapta. Örneğin bir noktada televizyonda verilen reklamlarla ilgili bir anlatım giriyor araya ve okuyucu apışıp kalıyor. Ama bütün bunlar kitaba kendine özgü tadını veren şeyler. Açıkçası ben okurken büyük bir zevk aldım ve vakit ayırabilen herkese de tavsiye ederim bu kitabı.
Evet efenim, 3 aydan sonra bir kitap yazdım ve şöyle bir göz attım ki blogu devam ettirmek istiyorsam yazmam gereken 10-11 kitap varmış günümüze kadar okuduğum. Dur bakalım işallah olacak bir şeyler... E hadi sağlıcakla kalın şimdilik.

19 Haziran 2009 Cuma

Veba - Albert Camus

Bir aydan fazla olmuş yazı girmeyeli. İşte finaller, dertler, tasalar falan... Bahane uydurmayın bana, tembellikten oldu hep. Neyse yazıyorum şimdi.
Bu seferki yazı göreceli olarak kısa olacak; çünkü Camus'u Yabancı'yı yazarken tanıtmıştım. Bu sebeple yazarı tanıttığım kısmı atlayarak doğrudan kitabın incelemesine geçeceğim. Arzu eden öncelikle "Yabancı - Albert Camus" yazısını okuyabilir.
Veba Cezayir'deki Oran şehrinde geçiyor. Şehrin insanlarının insanlığın geri kalanından pek bir farkı yok aslında. Gündüzlerini para kazanma hırsıyla tüketip akşamlarını kafelerde, sinemalarda, bulvarlarda neşe bulma umuduyla geçiriyorlar. Başlarında bir dert olmadıkça, ne iyi ne de kötü yönlerini görebiliyoruz bu insanların. Sadece yaşama dertleri hissediliyor.
Oran'da böylesi sıradan bir yaşam sürerken şehirde ölü fareler belirmeye başlıyor. Kitabın ilk bölümü tipik bir insan davranışına ayrılmış aslında: göz ardı etmek. Oran şehrinin insanları hiçbir şey yokmuş gibi hayatlarına devam ediyorlar. Dahası, bu duruma karşı erkenden harekete geçmeleri gereken yetkililer de ayak sürüyor, hatta şehrin doktorlarının bir çoğu onların bu "Bir şey yoktur" tavrına destek oluyor. Sonuçta şehirde bir veba salgını baş gösteriyor ve yetkililer daha fazla geçiştiremeden şehri karantinaya alıyorlar.
Kitabın ikinci kısmı insanların kendi şehirlerinde hapis kalışları ve böylesi büyük bir felakete verdikleri tepkiler üzerine kurulu. Şehrin sakinleri önceleri, resmi karantinanın ağırlığına rağmen, felaketi hala göz ardı etmeye çalışıyorlar. Fakat bu uzun sürmüyor ve büyük bir felaketle karşılaşan her kitlenin düştüğü duruma, derin bir umutsuzluğa düşüyorlar. Bu noktada Peder Paneloux öne çıkıyor. Paneloux, insanlara vebanın günahlarının cezası olarak Tanrı tarafından gönderildiğini anlatıyor, vebanın ancak Tanrı'ya tam bir bağlılıkla yok edileceğini iddia ediyor. Paneloux'un bu din eksenli, cezalandırıcı, karamsar bakışı insanların umutsuzluk devresinin simgesi.
Ancak veba salgınının başından beri felaketi sona erdirmek için çırpınan insanlar da var. Bunların en önemlileri olan Dr. Rieux, Jean Tarrou ve Joseph Grand bir güç birliği kurarlar ve insanlara umut aşılamaya çalışıyorlar. Sonuçta şehir halkı kenetlenmeye, birlik olmaya başlıyor ve umut karamsarlığa galip geliyor.
Camus'un romanında kitlelerin felaketler karşısındaki tutumları son derece isabetli ele alınmış. İnsanların ilk sıraya kendi bireysel çıkarlarını koymalarını, ancak felaketlerin doruk noktalarında ve aklı başında kişilerin çabalarıyla toplumsal dayanışmaya dönmelerini çok iyi gözlemliyor Camus. Veba'yı okurken, insanların felaketlerden kurtulmak ya da ilerlemek için toplumsal dayanışmaya gereksinim duyduğunu ama felaketler biter bitmez kendi bireysel çıkarlarına koşa koşa geri döndüklerini bir kez daha anlıyorsunuz.
Bunun yanında Veba'da arka planda din/dogma - mantık/akıl çatışmasının resmedildiği de bir gerçek. Bir tarafta, vebanın insanların günahlarından çıktığını, ölenlerin günahkar olduğunu, felaketin tapınmayla uzaklaştırılacağını savunan ve insanları pasifizme sürükleyen Peder Paneloux; öteki tarafta yılmadan bilimin yol göstericiliğinde çabalayan, aklı ile yol bulmaya çalışan Dr. Rieux. Bu iki zıt karakterin çatışması ve sonuçta Rieux'un galip çıkması, bize Camus'un bu konuya bakış açısını da veriyor.
Evet sevgili okuyucularım, geç oldu biraz ama bir eleştiriyi daha bitirdim. Umuyorum fazla ara vermeden güzel bir zaman-mekan karmaşası olan Bendeniz ve Marco Polo'yu (Paul Griffiths) inceleyeceğim. Şimdilik görüşmek üzere.

12 Mayıs 2009 Salı

Hocus Pocus - Kurt Vonnegut -II

Ve ikinci kısıma geldi sıra, yani kitabı incelemeye ("neyin ikinci kısmı ya?" diyenler lütfen önce bir önceki yazıyı okusunlar).
"Sevgili kitap eleştirmenimiz. Neden yazarı anlattığın kısımda kitabın kapak resmi varken, kitabı anlattığın kısımda Vonnegut amcanın resmi var?" diye sormayın; ben de farkındayım, canım sıkkın.
Birinci kısımda Vonnegut'un üslubundan, konularından ve kahramanlarından bahsettiğim için doğrudan kitaba giriş yapıyorum.
Hocus Pocus bir önceki yazıda bahsettiğim Vonnegut tarzına cuk oturan bir kitap. Kahramanımız Eugene Debs Hartke (Amerikan işçi lideri Eugene V. Debs ve savaş karşıtı senatör Vance Hartke'ye ithafen), Vietnam Savaşı'nda yer almış, "Ruling Class" dışında yer alan bir kişi. Başından geçen olaylar, peşpeşe sıralanan ve sadece bir tanesi bile normal bir insana fazla gelecek tarzda olaylar. EDH'de neredeyse bütün Vonnegut başkahramanlarında göze çarpan özellik mevcut: topluma karşı çıkmak istemek ama bunu nasıl yapacağını bilememek, kendini savunamamak, kendi içlerindeki düşünce zincirlerinde son derece kaliteli yargılara varırken toplum temsilcileriyle yaptıkları konuşmalarda silik kalmak... Ve bu özellikler EDH'nin elini kolunu bağlıyor. Cahil ve kibirli "Yöneten Sınıf" temsilcilerine isyan etmesi, onlara ağzının payını vermesi gerekirken bunu yapamıyor örneğin; ancak bize içini dökmekle yetinebiliyor ve bir de kendisinin yapamadığını yapan bir kadını övmekle.
EDH'nin Vietnam Savaşı'na gidişini kendisi değil babası belirler. Toplumun gözünde yüksek bir yere sahip olmak isteyen babası oğlunun askeri akademiye gitmesini sağlar. Vietnam Savaşı hayatının en önemli dönüm noktalarından birisidir EDH'nin ve savaştan döndükten sonra Vietnam'daki üstlerinden biri tarafından profesör olarak işe alınır.
EDH'nin işe başladığı kolej, soyunda genetik olarak öğrenme engeli olan bir zengin tarafından kurulmuştur ve ülke genelindeki zenginlerin öğrenme engelli çocuklarını eğitmektedir. Buradaki profesörlüğü sırasında EDH'nin önce kayınvalidesi, ardından da karısı genetik bir hastalık sebebiyle delirirler. Bu da yetmez, EDH kendisini takip eden ve konuşmalarını gizlice kaydeden bir öğrencinin iddiaları yüzünden (daha çok "yöneten sınıf"a düşman olduğu gerekçesiyle) okuldan atılır. O da çareyi biraz ilerideki hapishanede öğretmen-gardiyan olmakta bulur. Ancak absürd olaylar peşini bırakmaz ve hapishaneden toplu kaçış olur. Kaçan mahkumlar kasabayı ve koleji işgal ederler, birçok insanı öldürürler. Olaylar yatıştıktan sonra EDH de mahkumlara yardım ettiği gerekçesiyle hapse atılır. Bize de bütün bunları hapishane (daha önceki kolej) kütüphanesinde bulduğu kağıtlara yazarak iletmektedir.
Vonnegut'un kitabı tadından yenmiyor açıkçası (bakmayın ben iyi anlatamadım, böylesi kitapları özetlemek falan çok zor). Olayların absürdlüğü bir yana, kahramanın bunları sunuş biçimleri, bunlar üzerine düşünceleri ve kurduğu cümleler suratınızda her zaman bir sırıtmanın durmasını sağlıyor. Ama daha önceki yazımda belirttiğim gibi Vonnegut kara mizahın ustasıdır ve her kitabı gibi "Hocus Pocus"ta da kemikleşmiş, kahredici sorunlara ve çürümüşlüklere sırıtıyor ve aynı zamanda üzülüyorsunuz.
Vonnegut'un üstünde durduğu noktaların, verdiği mesajların haddi hesabı yok. Aslında kitaptan bir çok alıntı yazdım bir kenara ve hepsini de size iletmek istiyorum, ama tabi ki o kadar uzun bir yazıya dönüştürmeyeceğim bunu. Bu sebeple sadece belli başlılarının üstünden giderek size Vonnegut tarzını ve verdiği mesajları göstermeye çalışacağım.
Vonnegut'un çevreye çok önem veren bir yazar olduğundan bahsetmiştim. Kitaptaki en sevdiğim yerlerden birisi insanların çevreyi yokedişlerinin üzerine. Vonnegut gezegenin sonunu getirdiğimizde kapanışı şu sözlerle yapabileceğimizi söylüyor:
"WE COULD HAVE SAVED IT,
BUT WE WERE TOO DOGGONE CHEAP"
Ve "yöneten sınıf"... Vonnegut'un üst sınıfa en çok yüklendiği romanı "Hocus Pocus" (Son romanı Timequake'i okumadım. Belki onda da yapıyordur bunu). Kitabın çoğunda EDH'nin sınıflar üzerine yaptığı yorumları görüyoruz zaten. İşte onlardan birisi:
"The trouble with the ruling class is that too many of its members were nitwits."
Bir sonraki alıntım hem "yöneten sınıf"a bir yüklenme, hem de Amerikan finansal sisteminin ağır bir eleştirisi. Bu cümleleri Japonlarca satın alınmış bir hapishaneyi yönetmesi için Amerika'ya gönderilmiş Hiroshi Matsumoto'dan okuyoruz:
"They looted your public and corporate treasures, and turned your industries over to nincompoops. Then they had your Government borrow so heavily from us that we had no choice but to send an Army of Occupation in business suits. Never before has the Ruling Class of a country found a way to stick other countries with all the responsibilities their wealth might imply, and still remain rich beyond the dreams of avarice. No wonder they thought the comatose Ronald Reagan was a great President!"
Vietnam Savaşı'yla ilgili bir kısım ise sadece bu berbat savaşın temellerini göz önüne sermekle kalmıyor aynı zamanda derinleşerek insanlığın sorunlarına uzanıyor:
"The Vietnam War couldn't have gone as long as it did, certainly, if it hadn't been human nature to regard persons I didn't know and didn't care to know, even if they were in agony, as insignificant. A few human beings have struggled against this most natural of tendencies, and expressed pity for unhappy strangers. But, as History shows, as History yells: 'They have never been numerous!'
Another flaw in the human character is that everybody wats to build and nobody wants to do maintenance.
And the worst flaw is that we're just plain dumb. Admit it!
You think Auschwitz was intelligent?"
Ve son alıntım olarak, yorumları size bırakarak, kitabın kapanış cümlesini sunuyorum:
"Just because some of us can read and write and do a little math, that doesn't mean we deserve to conquer the Universe."
Hepinize Vonnegut'un sadece bu romanını değil bütün romanlarını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Emin olun Vonnegut bir insanın hayatında yeni ufuklar açabilen o büyük yazarlardan birisi.
Eveeet... Biliyorum bu yazı biraz uzun oldu ama bu seferlik mazur görün. Ayrıca sonuna kadar okuduğunuz için de teşekkürleri sunuyorum. Bir dahaki yazımda görüşmek üzere diyorum. Son olarak, iki sene önce gezegeni terk etmiş olan (muhtemelen Tralfamadore'a gitmiş) Kurt Vonnegut önünde saygıyla eğiliyorum ve onu, kitaplarında ölenler için kullandığı o ünlü deyişiyle uğurluyorum. So it goes...

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Hocus Pocus - Kurt Vonnegut -I

Evet evet eveeet!.... Merakla beklediğiniz, "yahu nerede kaldı favori blog yazarımız?" dediğiniz bendeniz geri döndüm sonunda. Malum efendim, sınavlardı falan. Ayrıca siprink breyk vardı ve peşinden yıllık yazıları (tarihe not düşmüş oldum bakın. yıllar sonra benim blogumdaki bu yazıya yeniden bakacaksınız -tekrar tekrar okumak isteyeceksiniz çünkü- ve "vay be yıllık yazıları o zamanmış," diyeceksiniz).
Bu sefer en sevdiğim yazar Kurt Vonnegut'un en son okuduğum romanını yazacağım. Okumayı uzun zamandır geciktirdiğim bir romandı. Zira Vonnegut amcamın roman külliyatını bitirmek üzereydim (Hocus Pocus sondan bir önceki) ve derin üzüntülere sevkediyordu bu beni. Ama daha fazla dayanamadım ve karşınızdayım.
Başlamadan önce iki uyarı yapayım: 1. Yanda gördüğünüz kapak, diğer kitapların aksine okuduğum baskının kapağı değil. 2. Vonnegut kitaplarını orijinal dilinde okumak gibi bir takıntım olduğu için, bu yazıdaki alıntılar İngilizce olacak. 3. Son ve en önemli uyarım, bu yazı biraz uzun olacak beni mazur görün. Bu sebeple iki parçaya ayırıyorum. İlk kısımda Vonnegut'u, ikinci kısımda kitabı tanıtacağım. Hepsini okursanız sevinirim.
Artık geçebilirim Kurt Vonnegut'tan bahsetmeye. Vonnegut'un hayatı trajediden yana zengin diyebiliriz. Vonnegut'un Annesi 1944 yılında, Anneler Günü'nde intihar etti. Bunun Vonnegut'un üzerindeki etkileri büyüktür. En sevilen kitaplarından biri olan "Breakfast of The Champions"da annesi gibi intihar etmekten korktuğunu belirtmiştir. Bu korkunun yersiz olmadığı 1984'teki intihar başarısız intihar girişimiyle de anlaşıldı.
Bunun yanında, hayatını ve kitaplarını en çok etkileyen olaylardan birisi de, benim bir insanlık suçu olarak gördüğüm, II. Dünya Savaşı'ndaki Dresden Bombardımanı'dır. Vonnegut savaş sırasında Almanlar'a esir düştü, Dresden'e götürüldü ve şehrin İngiliz ve Amerikan hava kuvvetlerince bombalanmasına tanık oldu. Hayatta kalmasını sağlayan ve "Slaughterhouse five" olarak adlandırılan mezbaha aynı isimli bir kitaba, genel olarak II. Dünya Savaşı tecrübesi ise birçok başka kitabına temel oldu.
Biraz da görüşlerinden bahsedeyim Vonnegut'un. Vonnegut Amerikan sosyalistlerinden çok etkilenmiş ve birçok kitabında Amerikan işçi hareketinin öncülerine atıflarda bulundu. Ayrıca kendisini bir hümanist olarak tanımlamış ve Isaac Asimov'dan sonra Amerikan Hümanist Derneği'nin başkanlığını da yürütmüştür. Vonnegut'un kitaplarında verdiği ahlaki dersler hümanist ve aynı zamanda zaman zaman çevreci temeller üzerine kuruludur (örneğin insanların dünyanın ve yaşamın sistemli yokoluşuna sebep olduğuna sık sık işaret eder). Vonnegut hayatının son zamanlarında doğrudan siyasi figürler üstüne yürümeye de başladı. George W. Bush'un baş düşmanlarından biri oldu. Bush hakkında, 2000 seçimlerindeki şaibeli zaferine de atıfta bulunarak yaptığı yorumlardan biri şuydu: "The only difference between Hitler and Bush is that Hitler was elected." 2004 seçimlerinde de, ne Bush'u ne de Kerry'i istemediğini şu sözlerle belirtti: "No matter which one wins, we will have a Skull and Bones President at a time when entire vertebrate species, because of how we have poisoned the topsoil, the waters and the atmosphere, are becoming, hey presto, nothing but skulls and bones." (okura ödev: Skull and Bones'u araştır).
Vonnegut'un din konusundaki görüşleri de ilgi çekici. Kendisini "özgür düşünen", "hümanist", "agnostik" ve "ateist" olarak tanımladı ama herhangi bir dine inanmadığını açık ve net belirttiği birçok zaman oldu. Ölümden sonra bir yaşam olmadığına inandığını ima eden "I am a humanist, which means, in part, that I have tried to behave decently without expectations of rewards or punishments after I am dead." şeklindeki sözlerinin yanında, ayrıca esprili bir dille ateistliğini belirttiği şu sözleri sarfetti "If God were alive today, He'd be an atheist."
Vonnegut'un edebi tarzına geleyim. Vonnegut en genel anlamda distopyacı ve kara mizahçı bir yazardır. Dünyanın mevcut durumunun berbat olduğunu söyler. Örneğin Tom Robbins de aynı fikirdedir ancak insanlıktan umutludur. Aksine Vonnegut geleceğe karamsar bakar, insanlığın dünyayı daha da kötüye götüreceğini belirtir. Özellikle Amerikan insanlarının vurdumduymazlığını, kaynakları gereksizce tüketimini, uyarılarda bulunan kesimlere verdikleri "Birileri hep dünyanın sonunu getiriyoruz dedi ama bakın bir şey olduğu yok, hala yerimizde duruyoruz." şeklindeki aptalca cevapları kitaplarına konu ederken bu karamsarlığına sık sık rastlarız.
Vonnegut'un konuları çeşitlidir. Baskın temalarından birisi II. Dünya Savaşı'dır. Sadece bu savaş üstünde süren kitapları olduğu gibi, savaştan bir parça barındıran birçok başka kitabı da bulunur. Diğer bir favori teması "yaşamın sonu"dur. Bu iki konu yanında, bağımsız olayların üstüne kurduğu, Amerikan halkının sosyal hastalıklarını işlediği birçok romanı da bulunur. Ama tema temelde ne olursa olsun, Vonnegut kitaplarındaki olaylar uç noktalarda ve absürddür ve birçok inanılmaz tesadüfü barındırır içinde.
Kitaplarındaki karakterler çoğunlukla toplumun kötü gözle baktığı, dışlamaya çalıştığı kişilerdir. Birçoğunun ortak yönü hayattaki başarısızlıkları ve kendilerini toplum karşısında ifade etmede duydukları zorluktur (en efsane kahramanı Kilgore Trout yürüyen bir başarısızlık abidesidir adeta). Vonnegut bu başarısız, dışlanmış, nefret duyulan kişiler üzerinden Amerikan halkının ve genel olarak insanlığın hastalıklarını, çarpıklıklarını ve günahlarını işler. "Hocus Pocus"un başkahramanı da, Vietnam savaşına katılmış, geçmişinde birçok hata barındıran, kitabın geçtiği dönemde bir şekilde hayata tutunmaya çalışan, genellikle şanssız bir adamdır. Ancak bu ikinci kısmın konusuna giriyor. Sabrınızın hala yerinde olduğuna inanıyorum ve sizi ikinci kısma bekliyorum.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Jacob'un Odası - Virginia Woolf

Eveet... Baya uzun bir süre olmuş yazmayalı yeni bir kitabı. Sınavlar, proje, işler falan filan... Anladınız siz.
Efenim Woolf'un ilk okuduğum kitabı olan Jacob'un Odası ile karşınızdayım. Yazılarımın çerçevesiyle ilgili alışkanlıklarımı değiştiremeyecek kadar üşengeç ve tembelim; bu sebeple yine yazarımızı tanıtarak işe başlıyorum.
Woolf Londra'da doğdu. Ebeveynlerinden ikisinin de önceki evliliklerinden çocukları vardı ve Woolf'un 3 öz kardeşinin yanında 4 tane de üvey kardeşi bulunuyordu. Woolf'un annesi ve babası birçok edebiyatçı tanıdığı olan insanlardı ve Woolf yoğun bir edebiyat havasına sahip evinde eğitim gördü.
Woolf'un hayatı ciddi sinir çöküntüleri ile dolu. Bunların ilkini annesi ikincisini de babası öldükten sonra yaşadı. Hayatının geri kalanında da sinirsel bozukluklar ve depresyonlar yaşamaya devam etti ve 1941 yılında evinin yakınındaki bir nehre atlayarak intihar etti. Bunların yanında, Woolf'un küçüklüğünde üvey abileri tarafından cinsel tacizlere uğradığı ve evli olduğu dönemde uzun süren lezbiyen bir birliktelik yaşadığı da bilinmekte.
Woolf'un edebi gelişimine geçeyim. Dediğim gibi Woolf zaten edebiyat dolu bir evde büyümüştü. 1900'lerin başında birçok edebiyatçıyla yakın dost oldu ve daha sonradan evleneceği Leonard Woolf'un da içinde bulunduğu birkaç kişiyle "Bloomsbury Group"u oluşturdu. Bu grup İngiliz edebiyatında etkiler bırakmış bir gruptur ve ayrıca ünlü "Dreadnought Hoax" şakasıyla bilinirler (okuruma ödev: Bloomsbury Group'u ve Dreadnought Hoax'ı araştır. Özellikle ikinciyi okumanızı tavsiye ederim, bence çok başarılı bir şaka).
Woolf'un tarzı genellikle deneyseldir ve karakterlerin duygusal ve psikolojik dünyalarına dayanır. Kitaplarındaki ortam genellikle sıradandır, olaylar çeşitsiz, az ve renksizdir. Ancak çok yoğun betimlemeler ve karakter incelemeleri görülür.
Jacob'un Odası Jacob adlı bir İngiliz'in çocukluğundan Birinci Dünya Savaşı'ndaki ölümüne kadarki hayatı üzerine bir roman. Jacob'un büyüyüşüne, Cambridge'e giderek bohem çevrelere katılmasına, kadınlarla ilişkilerine tanık oluyoruz. Roman Jacob'un ölümünün ardından bomboş kalan odasının, dolayısıyla etkilediği insanlarda bıraktığı boşluğun betimlemesiyle sona eriyor.
Jacob'un Odası olaylara değil karaktere dayanan bir roman. Jacob'u kitabın başkahramanı diye nitelendirebiliriz ama alışık olmadığımız bir şekilde başkahramanın düşüncelerine ve cümlelerine hiç denecek kadar az rastlıyoruz. Kitap genellikle Jacob'un hayatındaki diğer insanların -özellikle de kadınların- Jacob üzerine olan düşünce ve duygularının anlatılması ve incelenmesiyle ilerliyor. Bu yönüyle başrolün düşünce, duygu ve yaptıklarını merkeze oturtan klasik başkahraman romanlarından ayrılıyor. Şunu da söylemeliyim ki, kitabın sonu gördüğüm en ilginç ölüm tasviriydi.
Roman ayrıca 18. yy sonu-19. yy başı İngilteresi'ndeki üst tabaka ilişkilerine, bu ilişkilerdeki yapmacıklığa, boşluğa da ışık tutuyor. Jacob'un İngiltere'den ayrılıp Paris'e, ardından da Yunanistan'a geçişi; burayı hayat dolu bulması da Jacob'un Londra'nın bohem çevrelerinden yüz çevirmesi olarak algılanabilir.
Jacob'un Odası'nı okumanızı tavsiye ederim. Müthiş bir konusu olduğu için falan değil, değişik bir tarzla, Woolf gibi usta bir elden çıktığı için. Bu arada şimdi farkettim, bloga yazmaya başladığımdan beri incelediğim kitaplardan sevmediğim olmamış. Kısa bir süre içinde Vonnegut'tan Hocus Pocus'u yazacağım. Ardından, tekrar Camus'a dönüp giriştiğim Veba geliyor. Görüşmek üzere efenim...

28 Mart 2009 Cumartesi

Siddhartha - Hermann Hesse

Ayran içtik ayrı düştük sevgili blog takipçilerim. Son yazdığımdan beri yaklaşık 10 gün geçmiş. Bunda vaktimin olmamasının etkisi büyük ama aynı zamanda, itiraf edeyim, okuma konusunda da tembellik yaptım ve Virginia Woolf'tan Jacob'un Odası'nı bir haftadan uzun bir sürede bitirdim. Bunun da etkisi var.
Neyse ne, sonuçta Hesse'ye geçmemim vaktidir. Başlamadan önce eksik, gedik bir şey kalırsa ya da bir yanlışım olursa affola; zira Hesse gibi birini yorumlamak zor iş.
Hesse'nin hayat hikayesi Almanya'da başlayıp İsviçre'de sona erdi. Kendisi sorunlu bir çocukluk ve -bir intihar girişimi de içeren- ilk gençlik çağı yaşadı. 18 yaşında bir kitapçıda çalışmaya başlayan Hesse, burada çok geniş bir kitap koleksiyonuna erişme şansına sahip oldu ve yazarlık yolundaki ilk adımlarını atmaya başladı. İlk yapıtları satış yönünden başarısız olsa da Hesse'deki cevheri gören yayıncı tarafından desteklendi. 20'li yaşlarında, Hesse'nin ana konularını oluşturacak olan Budist felsefesi ve Hindistan hayranlığı yeniden uyanmaya başladı (bunlara ilk olarak ailesinin yanında kalırken yakalanmıştı ve Schopenhauer'ın tekrar ilgi görmeye başlaması yeniden uyanışta etkili oldu). Bunların yanında Hesse teosofiyi de keşfetti (teosofi bütün dinlerin ruhların mükemmelliğe erişmek için kullandıkları araçlar olduğunu ve hepsinde doğru yanların bulunduğunu savunan fikir akımıdır). Bütün bunlar Hesse külliyatının belirleyici konuları olarak yerlerini aldı.
Hesse Birinci Dünya Savaşı'nda aktif olarak yer aldı ancak aynı zamanda Alman aydınlarını hamasi yurtseverlik dalgasına kapılmamaları için uyaran yazılar yayınladı. Bu Hesse'yi büyük bir tepki ve nefret dalgasıyla karşı karşıya bıraktı.
Hesse Nazizm zamanında da eleştirel tutumunu sürdürdü ve Almanya'da yasaklanan yazarlar arasına girdi. Aynı zamanda şunu da söylemekte yarar var: Hesse, Bertolt Brecht ve Thomas Mann'ın Almanya'dan kaçışlarına da yardım etti.
Hesse edebiyatının ana temalarının içeriğini biraz önce söylemiştim zaten. Hesse doğu gizemciliğine büyük bir hayranlık beslediği için kitaplarında gizemci öğeler ön planda. Daha önce, sanırım Borges'i yazarken, gizemciliğe sıcak olmadığımı belirtmiştim sanırım. Ancak bu durum, bu şekilde yazılmış kitaplardan zevk almamı engellemiyor tabi ki. Zira Hesse'nin Bozkırkurdu isimli kitabı en çok sevdiğim ve üst sıralara yerleştirdiğim kitapların başında geliyor. Bu bağlamda Siddhartha'yı da çok beğendim. Kitabın üslubu, olayların gelişimi ve Siddhartha'nın yolculuğu gerçekten söylendiği gibi bir başyapıta yaraşır şekilde.
Siddhartha bir Brahman'ın oğlu olarak dünyaya gelir ve bu şekilde büyütülür. Ancak ergenliğinin sonlarına doğru aradığı şeyi, yani Ben'den kurtulmayı, ölümsüz varlıkla bir olmayı, Brahman olarak bulamayacağını anlar ve çocukluk arkadaşı Govinda ile yollara düşüp Samanalar'ın arasına katılır (tembel okur benden bekleme Brahman ne imiş, Samana ne imiş, aç wiki'yi öğren). Ancak Siddhartha'nın arayışı Ben'den tamamen kurtulmaktır, geçici olarak değil. Bu arayış sırasında yolu Buddha mertebesine erişmiş bir insanla tanışmaya götürür onu, ancak Siddhartha Buddha'nın da kendisine yardım edemeyeceğini anlar ve kendi yolunu aramaya devam eder. Siddhartha yolculuğu sırasında bir şehirde paranın ve dünyevi zevklerin çekimine kapılır ve yıllarını bu şekilde boşa harcar. Ta ki silkelenip şehirden kaçana ve bir ırmağın kenarında bir kayıkçı ile dost olup oraya yerleşene kadar. Bu saatten sonra uzun zamandır aradığı şeye nasıl ulaşacağını farkeder.
Kitabın konusuna genel bir bakış atınca, ilk etapta beylik bir ruhani aydınlanma teması üzerine kurulu olduğunu düşünebilir insan. dünyevi zevklerden kaçma, kendini şehvet ve paraya kaptırma, arınma gibi alışılmış imgeler baskın gibi gözükse de, aslında Hesse Siddhartha'da alışılmış olan bilgelik, arınma, huzura kavuşma kavramlarını sorguluyor.
Bildiğimiz bilgelik kavramı genellikle şu varsayımın üstüne kuruludur: bir insan türlü zorluklar ve çabalar sonucunda bilgeliğe eriştiği zaman bir öğreti meydana getirebilir. Bu andan sonra bilge kişiyi kendine öğretmen belleyen insanlar, onun öğretisini takip edip kurallara uyarak bilgeliğe erişebilirler. Hesse bu noktada devreye girip bunun böyle olamayacağını savunuyor. Siddhartha bizzat Buddha'ya diyor ki, önemli olan bilge adamın bilgeliğe ulaşma anında yaşadıkları, bu özel deneyimleridir. Bilge insan başkalarına bilgeliği anlatamaz, zira bilgelik anlatılacak bir şey değil, yaşanacak bir şeydir. Bu sebeple kişiler bir öğretiye körü körüne bağlı kalarak değil, kendi içlerine dönerek, kendi Ben'lerini öğrenerek bilgeliğe ulaşabilirler.
Hesse'nin değişik bir yorum getirdiği bir inanç daha var. Bir çok din ve inanışta kişinin bilgeliğe ve arınmaya, ancak kendisini "yalan ve hayal" olarak görülen bu dünyadan soyutlarak ulaşabileceği anlatılıyor. Zaten Siddhartha'nın yolculuğunun ilk kısmı da hep bunun üzerine ilerliyor. Sürekli bir dünyadan ve kendinden kopma çabası... Hesse bunun yanlış olduğu kanaatinde. Siddhartha'nın nihayetinde eriştiği görüş aşağı yukarı şu yönde oluyor: Hayat bütün yönleriyle, canlı-cansız varlıklarıyla, ırmaklarla, dağlarla, hayvanlarla, insanlarla, insanların duygularıyla, hırslarıyla bir bütündür ve bütün yönleriyle ölümsüz ve kutsal varlığın parçasıdır. İnsan içinde yaşadığı dünyayı tanıyamazsa, Ben'ini tanıyamazsa, bunları sevemezse, her şeye derin bir sevgi duymaya başlayamazsa arınma denilen şeye erişemez. Kişi kendini hayattan ve bu dünyadan soyutladığı zaman ölümsüz varlıkla olan önemli bağlarından birini koparmış demektir.
Siddhartha kabullenmiş olanı sorgulamak, her şeyi ve herkesi sevmek üzerine verdiği derslerle öenmli bir kitap. Gizemci öğretilere ilgi duyan arkadaşlarımın gözünde yüce bir kitap statüsü kazanabilir. Ancak benim gibi gizemciliğe ilgi duymayan kişilerin bile seveceği ve önem vereceği bir kitap. Okumayanlara tavsiye ederim. Yine Hesse'nin elinden çıkma Bozkırkurdu'nu da okuyun lütfen. Getirdiği burjuva eleştirisiyle çok önemli bir kitap benim gözümde.
Evet sevgili okuyucularım. Yine bitişe geliyorum. Bir sonraki kitabım Virginia Woolf'tan Jacob'un Odası olacak. Onun ardından en sevdiğim yazar olan Kurt Vonnegut'tan Hocus Pocus'u yazacağım. Şimdilik görüşmek üzere.

18 Mart 2009 Çarşamba

Alef - Jorge Luis Borges

Yine karşınızdayım. Bu sefer Borges'den Alef'i yazacağım.
Bilinen metoduma geçiyorum ve önce biraz yazardan bahsediyorum. Borges Arjantin'de doğmuş ancak 15 yaşındayken babasının görme sorunları yaşaması sebebiyle ailesi İsviçre'ye taşınmış. Buradan İspanya'ya geçen aile daha sonra tekrar Arjantin'e dönmüş.
Borges Arjantin'e geri döndükten sonra yazarlık kariyerine başlamış ve ilk başlarda Sürrealist bir tarzda eserler veriyormuş. Ancak çok bağlı olduğu babasının ölümü Borges'i etkilemiş ve Borges'te tarz değişikliğine yol açmış.
Borges'in Peronlar'la iyi geçinemediği de biliniyor. Peron iktidarı sırasında çalıştığı kütüphaneden atılmış ve devamında da politik baskılara maruz kalmış. Kütüphaneden atıldıktan kısa bir süre sonra Arjantin Mektuplar Topluluğu'na yaptığı konuşmadaki şu cümlesi beni etkiledi açıkçası:
"Dictatorships foster oppression, dictatorships foster servitude, dictatorships foster cruelty; more abominable is the fact that they foster idiocy."
Ayrıca şunu da söylemeliyim. Borges babasından gelen genetik rahatsızlık yüzünden ellilerinin sonunda kör olmuş ve o günden sonra annesi, 99 yaşında ölene kadar, Borges'in kişisel sekreteri görevini üstlenmiş. Annesi öldükten sonra Borges dünyayı dolaşmaya başlamış ve bu süre içinde kendisine ölümünden birkaç hafta önce evlendiği asistanı bakmış. Son olarak, Borges'in çok kereler Nobel'e aday gösterildiğini ama hiç alamadığını da belirteyim.
Alef'e gelince... Alef Borges'in kısa hikayelerinden oluşan bir kitap ve tarz değişikliğinden sonraya denk geliyor. Bu tarz değişikliğini daha kozmopolit bir tarza geçiş olarak tanımlıyorlar. Benim fikrimce Alef'teki hikayelerin tarzları gizemci bir tarza yakındı. Genel olarak hikayelerin konuları kurgu ve gerçeküstü olaylar. Bunun dışında Arjantinli gaucholar da Borges'in öenmli bir ilgi alanını ve hikayelerin sık kullanılan konularından birini oluşturuyor.
Mesela Ölü isimli hikayesinde hayali bir adamın gauchoların arasına katılıp suç ve hırs içinde sonuna koşmasını anlatıyor. Bunun yanında Ölümsüz ve Asterion'un Evi gibi hikayelerde geçmişin mitlerinden yardım almış ve onların üstüne kendi hikayelerini kurmuş (Ölümsüz de Homeros gibi tanıdık simalarla karşılaşıyoruz, II. Asterion ise Giritli minatour'un adıdır).
Bunların yanında gizemli ve ölüm gibi Borges'in sevdiği bir konunun üstüne kurulmuş hikayeler de çok. Öteki Ölüm, Zahir gibi hikayeler bunlara örnek. Kitaba ismini veren Alef hikayesi benim en sevdiklerimden biri oldu (gizemcilikten hazzetmesem de). Alef İbranice'nin ilk harfi ve bir sayısının karşılığıymış. Borges'in hikayesinde Alef bütün evrenin, evrendeki tüm noktaların aynı anda görüldüğü bir nokta olarak geçiyor ve Borges'in yazarlığa özenen ama yeteneği olmayan bir adamın bodrumunda Alef'i görmesini anlatıyor.
Alef Borges'in okuduğum ilk kitabıydı. Yakın zamanda ikinci bir tane okur muyum bilemem. Açıkcası koyacak raf bulamadığım için yerlere dizdiğim ve okunmayı bekleyen bir çok kitap var. Bu sebeple yeni bir Borges kitabı ufukta görünmüyor. Ama Alef'i okumanızı tavsiye ederim.
Bir sonraki kitabım Siddhartha'da görüşmek üzere efenim.