19 Haziran 2009 Cuma

Veba - Albert Camus

Bir aydan fazla olmuş yazı girmeyeli. İşte finaller, dertler, tasalar falan... Bahane uydurmayın bana, tembellikten oldu hep. Neyse yazıyorum şimdi.
Bu seferki yazı göreceli olarak kısa olacak; çünkü Camus'u Yabancı'yı yazarken tanıtmıştım. Bu sebeple yazarı tanıttığım kısmı atlayarak doğrudan kitabın incelemesine geçeceğim. Arzu eden öncelikle "Yabancı - Albert Camus" yazısını okuyabilir.
Veba Cezayir'deki Oran şehrinde geçiyor. Şehrin insanlarının insanlığın geri kalanından pek bir farkı yok aslında. Gündüzlerini para kazanma hırsıyla tüketip akşamlarını kafelerde, sinemalarda, bulvarlarda neşe bulma umuduyla geçiriyorlar. Başlarında bir dert olmadıkça, ne iyi ne de kötü yönlerini görebiliyoruz bu insanların. Sadece yaşama dertleri hissediliyor.
Oran'da böylesi sıradan bir yaşam sürerken şehirde ölü fareler belirmeye başlıyor. Kitabın ilk bölümü tipik bir insan davranışına ayrılmış aslında: göz ardı etmek. Oran şehrinin insanları hiçbir şey yokmuş gibi hayatlarına devam ediyorlar. Dahası, bu duruma karşı erkenden harekete geçmeleri gereken yetkililer de ayak sürüyor, hatta şehrin doktorlarının bir çoğu onların bu "Bir şey yoktur" tavrına destek oluyor. Sonuçta şehirde bir veba salgını baş gösteriyor ve yetkililer daha fazla geçiştiremeden şehri karantinaya alıyorlar.
Kitabın ikinci kısmı insanların kendi şehirlerinde hapis kalışları ve böylesi büyük bir felakete verdikleri tepkiler üzerine kurulu. Şehrin sakinleri önceleri, resmi karantinanın ağırlığına rağmen, felaketi hala göz ardı etmeye çalışıyorlar. Fakat bu uzun sürmüyor ve büyük bir felaketle karşılaşan her kitlenin düştüğü duruma, derin bir umutsuzluğa düşüyorlar. Bu noktada Peder Paneloux öne çıkıyor. Paneloux, insanlara vebanın günahlarının cezası olarak Tanrı tarafından gönderildiğini anlatıyor, vebanın ancak Tanrı'ya tam bir bağlılıkla yok edileceğini iddia ediyor. Paneloux'un bu din eksenli, cezalandırıcı, karamsar bakışı insanların umutsuzluk devresinin simgesi.
Ancak veba salgınının başından beri felaketi sona erdirmek için çırpınan insanlar da var. Bunların en önemlileri olan Dr. Rieux, Jean Tarrou ve Joseph Grand bir güç birliği kurarlar ve insanlara umut aşılamaya çalışıyorlar. Sonuçta şehir halkı kenetlenmeye, birlik olmaya başlıyor ve umut karamsarlığa galip geliyor.
Camus'un romanında kitlelerin felaketler karşısındaki tutumları son derece isabetli ele alınmış. İnsanların ilk sıraya kendi bireysel çıkarlarını koymalarını, ancak felaketlerin doruk noktalarında ve aklı başında kişilerin çabalarıyla toplumsal dayanışmaya dönmelerini çok iyi gözlemliyor Camus. Veba'yı okurken, insanların felaketlerden kurtulmak ya da ilerlemek için toplumsal dayanışmaya gereksinim duyduğunu ama felaketler biter bitmez kendi bireysel çıkarlarına koşa koşa geri döndüklerini bir kez daha anlıyorsunuz.
Bunun yanında Veba'da arka planda din/dogma - mantık/akıl çatışmasının resmedildiği de bir gerçek. Bir tarafta, vebanın insanların günahlarından çıktığını, ölenlerin günahkar olduğunu, felaketin tapınmayla uzaklaştırılacağını savunan ve insanları pasifizme sürükleyen Peder Paneloux; öteki tarafta yılmadan bilimin yol göstericiliğinde çabalayan, aklı ile yol bulmaya çalışan Dr. Rieux. Bu iki zıt karakterin çatışması ve sonuçta Rieux'un galip çıkması, bize Camus'un bu konuya bakış açısını da veriyor.
Evet sevgili okuyucularım, geç oldu biraz ama bir eleştiriyi daha bitirdim. Umuyorum fazla ara vermeden güzel bir zaman-mekan karmaşası olan Bendeniz ve Marco Polo'yu (Paul Griffiths) inceleyeceğim. Şimdilik görüşmek üzere.