21 Ocak 2009 Çarşamba

We should buy a bar dude!

Pastanenin bahçesinde üç kişi... Bir masanın etrafına oturmuşlar; son iki tane çikolatalı açmayı 3 kişiye paylaştırabilmiş olmamın haklı ama kısa süren sevincini çoktan yaşayıp tüketmişler. Dekor bir pastaneden çok daha dramatik bir mekan olabilirdi, ancak ne yazık ki bu kadarıyla idare etmek durumundayız; zira 3 kişinin, avuç içlerine oturttukları, bebek kafası büyüklüğündeki şarap kadehlerini birbirlerinin burunlarına doğru sallayarak dertlenecek paraları yok. Açma ve çaya talim...
İçlerinden birinin gözleri yolda. Ah, hayır, sanmayın ki dalıp gitmiş, olmayan insanları, olmayan olayları, büyük hayalleri görüyor yolda. Yo, hayır, sadece otobüslerin numaralarına bakıyor.
İkincisi, "Birer çay daha söyleyelim mi?" diyor.
Üçüncüye de bunu onaylama rolü kalmış gibi görünüyor doğal olarak; ama hayır, onaylayan yine birinci oluyor. Üçüncü biraz sessiz. Sanırım, biraz sonra diğer ikisi içlerini dökmeye başlamışken dinleyici konumunda kalmaya bir hazırlık bu.
"Bu sene çok sıkıcı ve tatsız geçiyor," diyor birinci (gelin şu işi kolaylaştıralım, isimler Eins, Zwei ve Drei olsun). "Halbuki geçen sene ne kadar iyiydi," bir an duraklıyor Eins, "yaşadığımızı hissediyorduk."
Zwei, Eins'e büyük bir bilgelik sunmuş gibi bakıyor ve "Gerçekten de öyle," diyor trajedik bir biçimde. "Sürdürmek istediğim hayat bu değil. Yaşamak istediğim şey, bir şirketin modern kölesi olup 'Yaşa ve varol kapitalizm' nidalarıyla yaşlanmak değil;" Çayından bir fırt çekiyor, "tabi böylesi bir hayat çizgisinde, 'yaşlanmak' sınırını 35-40 yaşlarına yerleştiririm."
"İnsan, hayatını bir rutine -hele ki sıkıcı bir rutinse bu- bağladığında yaşlanmış demektir zaten," diyor Drei.
"Ya da, artık yaşamak istemediği bir hayatı yaşıyorsa..." diye tamamlıyor Eins.
"Madem sürdürmek istediğim hayat bu değil; madem ki beni yavaş yavaş öldürmeyecek bir iş yapmak, yaşamak istiyorum, o halde ipleri elime alıp çeviremez miyim hayatımın yönünü?" diye soruyor Zwei.
Eins cevap vermeden önce bir an sessiz kaldı - hatta çayından bir yudum almış olabilir, bakışlar Zwei'ın surat ifadesine kilitlendiği için bunu hatırlamak mümkün değil. "Biliyorsun ki, senin yaşamı yakalamanı sağlayacak herhangi bir kararını gözüm kapalı desteklerim," diyor Eins. "Ama your parents? Onlar da aynı sakinlikle karşılayacaklar mı bunu?"
Zwei acı acı güldü. "Bir düşünsene," diyor. "Bugüne kadar hep en iyi okullardan geçmemle, en iyi okullara girmemle, hayatımı 'Başarılı, rahatı yerinde, örnek bir vatandaş' çizgisine doğru kamçılamamla övünmüşler. Şimdi 'Oğlumuz mühendisliği filan bir kenara attı, bir bar açtı ve aynı zamanda yazar.' diyebilirler mi?"
"Sadece nihai mutluluğumuzu istiyorlar, biliyorsunuz bunu," diyor Drei.
"Sorunun temelleri burada yatıyor zaten," diye cevap veriyor Eins. "Mutluluğu iyi bir iş, iyi bir mevkiyle kazanabileceğimize inanmış ya da inanmak ister durumdalar."
"İstediğim bu değil, kendimi bile bile öldüremem," diyor Zwei. Eins'e bakıyor. "Benden iyi bir durumda değilsin."
"Ah, hem de hiç," diye cevap veriyor Eins. "Düşünsene, ben kendimi, benliğimi, kişiliğimi, hayattan alabileceğim zevki ve neşeyi sahnenin üstünde gezinirken, herkesi ve her şeyi unutarak yepyeni bir insana can verirken, bu canlanışı seyredenleri rutinin üstüne bir anlığına olsun çıkarırken bulduğumu farketmişim! Burada bulmuşum kendimi; bir bilgisayarın karşısında, bilmem hangi programlama dilinde, 'Noluyor lan, ne yapıyoruz hepimiz burada?!' düşünceleri eşliğinde satırlar döktürürken değil!"
"O halde soru belli bir noktaya geldi, dayandı," diyor Drei. "Ne için yaşıyoruz, ne yapmaya çalışıyoruz?"
"Ya da, istediğimiz hayat nedir? Bizim için 'iyi hayat' nedir?" die tamamlıyor Zwei. "Kimin için yaşamalıyız? Hayatımızın gidişatını çevremiz mi belirlemeli, kendimiz mi? Ya da kendi yolunu kendi açan ulu bir nehir gibi akışına mı bırakılmalı."
"Her ulu nehrin bir şelalesi vardır, biliyorsun," diyor Drei. "Yani yüksekten bir anda aşağılara indiği..."
"Ama ne muhteşem bir iniştir o!" diyor Zwei. "İnsan eliyle yapılmış, manipule edilmiş hiçbir kanal ulaşamaz o inişin görkemine!"
"Dengeyi bulmakta yatıyor huzur bana kalırsa," diye araya giriyor Eins. "Yani çevreni biraz olsun memnun et -zira buraya gelmende büyük katkıları var, vefa beklemeleri normal-, ama kendin için yaşa, kendi isteklerinle, kaygılarınla, arzularınla, korkularınla, hayallerinle... Kendi iniş ve çıkışlarınla..."
Zwei Eins'e bakıyor: "Dude, we should buy a bar!"
"Better, we should create a bar, our bar!" diyor Eins.
"What and who are we living for," diye yankılıyor Drei...

1 Ocak 2009 Perşembe

açıklamalar vs.

Birkaç soru aldım blog üstüne bunlara bir cevap vereyim diyorum.
"Yahu bir blog açtın hiçbir şey yazmıyorsun?" - Arkadaşlar allah sizi inandırsın kendi keyfimden değil, okula uğramayan bencileyin kaç zamandır proje dalgasına sıkışıp duruyorum. Mecburen oturup bir yazı yazamadım. Bu kadar işin arasında bir de yazı yazanlar kadar becerikli çıkamadık :)) lafım sanadır euphoricrush, cevap vermiş olayım :D

"Arkadaş Ting-a-Ling ne ki?" - Şimdi bu ismin bir anlamı var, blogun açılış sayfasında olunca da cuk diye yerine oturuyor. Caleye anlatınca "aa hakkaten güzelmiş" dediydi, şimdi anlatayım başkaları da desin (demezseniz de kendiniz bilirsiniz). Ting-a-Ling benim en sevdiğim yazarlardan Kurt Vonnegut'un bir kitabında geçen kelimedir. Vonnegut'un alter egosu, efsane kitap kahramanı Kilgore Trout'un bilimkurgu kitaplarından birindeki hayali gezegende, Ting-a-Ling aynı anda "hoşgeldiniz" ve "güle güle" manalarına gelir. Bu sebeple, hem sizin bloguma gelişinizi kutluyorum hem de sizi uğurluyorum. Daha ne istiyorsunuz?!

"Gilgongo ne?" Bu da Vonnegut kitaplarından alınma bir kelime. Türlerin aşırı şekilde çoğalması sebebiyle yokolma tehlikesiyle yüzyüze olan bir gezegende, gilgongo "extinct" anlamına gelir. Herhangi bir türün soyunun tükenmesine neden olan bir kişi kahraman ilan edilir ve gilgongo yazan pankartlarla uğrunda partiler verilir.

Buyrun efenim açıklamalarım. Yakın zamanda adam gibi bir yazıyla aranızdayım, beni takip etmekten vazgeçmeyin diye söylüyorum...