24 Şubat 2009 Salı

Albemuth Özgür Radyosu - Philip K. Dick


Aslında iki kitabı bir yazıda halletmeyi planlamıştım ama blog okuyucusunun (ben de dahil) uzun yazıları okumaktan sıkıldığını düşünerek iki yazıya bölmeye karar verdim. Bu, aldığım kitap yazma kararından sonra yazacağım ilk kitaptır. Bu arada, Albemuth'u yaklaşık 15 gün önce okudum. Yazı sıcağı sıcağına değil yani, biliniz :)
Philip K. Dick'in adını duymuş olanlar varsa bilirler, kendisi çok sayılan bir bilimkurgu yazarımızdır. Hikayeleri ve romanları çok tutmuş, hatta Blade Runner (Harrison Ford, Edward James Olmos) isimli kült bir bilimkurgu filmi ve daha yakın zamanlı olduğu için bilinmesi daha muhtemel Minority Report isimli film onun hikayelerinin üstüne kurulmuştur.
Dick'in yaşamının son yıllarında biraz kafayı üşüttüğüne inanır insanlar. 70lerin sonunda VALIS isimli bir teori geliştirmiş, hatta böyle de bir kitabı var. Açılımı Vast Active Living Intelligence System. Dick'e göre evren yaşam noktalarıyla dolu ve bunların arasında sürekli bir iletişim var. İşte VALIS bu iletişimin bütününü temsil ediyor. Dick VALIS'in kendisiyle ve dünyadaki başka kişilerle iletişime geçtiğine ve "Rome Emperor Incarnate" olarak adlandırdığı Nixon'ı devirmek için yol gösterdiğine inanmış (yan bilgi: Dick tarihin MS I. yyda durduğuna ve o zamandan bu zamana zorbalık ve baskı simgesi olarak gördüğü Roma İmparatorluğu'nun dünyayı yönettiğini iddia ediyor).
Radio Free Albemuth Dick'in ölümünden sonra notları arasında bulunmuş ve yayınlanmış bir kitabı. Anlaşılmış ki bu kitap VALIS teorisinin bir tanıtımı, ona bir giriş niteliği taşıyor. Dick kitapta kendini bir karakter olarak kullanıyor ancak VALIS tarafından iletişime geçilen kişi olarak Nicholas adında bir arkadaşını tanıtıyor. Kitap da bazı kısımlarda Dick'in ağzından, bazı kısımlarda Nicholas'ın ağzından devam ediyor.
Aslında kitabın konusuyla ilgili genel bilgiyi yukarıda vermiş bulundum. Amerika komünist paranoyasını kullanarak başa gelmiş bir başkanın yönetimi altındadır. Ülkenin her yerinde Amerikan Halkının Dostları adındaki yarı-resmi bir örgütün gönüllü çalışanları kol gezmektedir. Bunlar Amerikan devletinin güvenliğine zararlı olabilicek, iktidar karşıtı kişileri mimlemekte, takip etmekte, ortadan kaldırmaktadırlar. Ayrıca toplum tamamen bir polis toplumuna dönüşmüş, muhalefetin yaşam şansı ortadan kalkmış, herkes kalıplar içinde yaşamak zorunda bırakılmıştır. Kısacası bireysel özgürlük diye bir şey kalmamış, "örnek vatandaş" lafları toplumu doldurmuş, devletin koyduğu toplumsal normların dışına çıkan herkes tehdit altına girer olmuştur. İşte böylesi baskıcı ve kalıpçı bir toplumda, VALIS Nicholas'la iletişime geçer ve ABD başkanını devirmek için sürdürülen harekete onu da dahil eder.
Kitabı okurken strese girmemeniz, sinirlenmemeniz elde değil. Olayların geçtiği o baskı atmosferi, o bildik, dünyanın (bizimki de dahil) çeşitli ülkelerinde olan "Çoğunluktan değişik yaşayan kötüdür; devlete zararlıdır; onu taciz etmek, haklarını hiçe saymak, işkence etmek normaldir." anlayışı, birazcık adalet duygusu olan (ve tabi bu anlayışı kabul etmemiş) herkesi rahatsız edecektir eminim. Dick bu notları gelecekle ilgili kehanet benzeri bir tarzda yazmış ama ben dünyanın bugünkü haline bakınca kehanetlerinin gerçekleştiği yerler görüyorum ve çok rahatsız oluyorum. İnsanlığı nihai barışa, eşitliğe, adalete, kardeşliğe götürecek bir sistem insan özgürlüğünü, farklılıklara saygıyı içermeye mecburken biz nasıl bu geleceği bulacağız? Amerikan özgürlüğüyle gelmeyin bana arkadaşlar, Amerikan rüyası ve Amerikan özgürlüğü sadece Amerikan yaşam normlarını içselleştirenler için vardır, farklı olanlar için özgürlük bulamazsınız (bknz. McCarthy, komünist cadı avı, Irak, Guantanamo vs). Temelinde kişilerin özgürlüğü ve toplumu eşitçe ve beraberce yönetmesi anlayışı yatan Sosyalizm'i hakim hale getirmek için kurulan fakat 20-30 sene içinde devletçi, baskıcı, tek tipçi bir hale dönüşen Sovyetler örneğini görürken nasıl umut edeceğiz gerçek, demokratik, eşit ve adaletli dünya düzenini? Bana bunların hiçbir zaman olamayacağını, insanların bir arada yaşayamayacağını, insanlığın geleceğini her zaman çıkar kavramının belirleyeceğini söyleyen arkadaşlarım var. Onların umutsuzluklarını anlıyorum ama aynı umutsuzluğa kapılmayı reddediyorum. Önüme sunulan şaşaalı, paranın her kapıyı açtığı, kapılardan geçenlerin sefalet içindeki milyarları unuttuğu dünyayı reddediyorum. Sosyalizm diye yedirilmeye çalışılan, devletin mutlak egemenliğini, devletin insandan önceliğini kutsayan, tek partinin çok renkliliğe izin vermediği bürokratik diktatörlüğü reddediyorum. İnanıyorum ki, insanlık gerçek adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi üzerine kurulu ama aynı zamanda herkesin doyduğu, sağlık hizmetine eriştiği, onurlu bir eğitim aldığı, hayattan keyif aldığı ve bunları yaparken gezegeni yok etmediği dünya düzenini kuracak güce sahiptir.
İşte bir kitabın bana düşündürdüklerinden bir parça. ASlında daha çok şey yazmak istiyorum ama çok uzun yazılar okunmamaya mahkum oluyor. Bu sebeple az ve öz anlatmaya çalıştım. Bir sonraki kitap yazımda (işallah bir-iki gün içinde gelecek, çünkü Albemuth'dan sonra okuduğum, yazılmayı bekleyen kitaplar var) görüşmek üzere efenim...

19 Şubat 2009 Perşembe

Tembellik

Bir aya yakındır hiçbir şey yazmamışım. Bir işe başlıyorsun, devam et bari ama di mi?!
Neyse karar aldım, daha biçok yazıcam buraya. Bundan sonra okuduğum kitaplarla ilgili düşüncelerimi ve tavsiyelerimi bulacaksınız. Sanki çok okuyan var da bloğumu konuşuyorum boş boş...
"Kitap okumanın bence gereği yok. Bilgiyi internetten şak diye buluyoruz. Kitap vakit kaybı" diyen arkadaşlar, demese bile böyle düşünenler var. Aslında böyle bir önermeyi tartışmak istemiyordum ama madem kitaplar hakkında yazacağım, biraz tartışayım.
İnternetten istediğimiz bilgiyi bulabiliriz, evet bu doğru. Fakat duygular? Ya da başka bir insanın düşünceleri, dünyası, size sunmak istediği duyguları?.. Bunları nereden bulacağız acaba? Nasıl daha iyi bir insan olacağız insanlığın bunca yıllık birikimini bize sunmak gibi alçakgönüllü bir amaçtan başka işlevi olmayan kitaplara el sürmedikçe?... Tek başına bilginin hiçbir halta yaramadığını, insan bilincinin hayranlık veren koridorlarını zenginleştirmedikçe, etkisinde kalıp kararlar alacağı şeyler okumadıkça, yaşamadıkça bilginin boşlukta yitip gideceğini nasıl anlayacağız?...

Mesela şöyle bir anlatıyı, basit ama içten, nasıl bulacağız:

"Gregor Aksinya'sını parıl parıl sabah aydınlığında gömdü. Mezarın içine uzattı onu, kanı çekilmiş esmer tenli kollarını göğsünün üstünde kavuşturdu, göğe dikili, camlaşan yarı açık gözlerinin içine toprak dolmasın diye yüzüne bir mendil örttü. Sonra vedalaştı onunla. Çok ayrı kalmayacaklarına inanıyordu.
Tümseğin üstünde nemli, sarı balçığı gayretli avuçlarıyla bastırdı, uzun bir zaman mezarın yanında dizlerinin üzerinde kaldı. Başı önüne eğikti. Sallanıyordu azıcık.
Artık bir acelesi kalmamıştı. Her şey bitmişti."

Ya da şöylesini nasıl okuyacağız:

When the last living thing
Has died on account of us,
How poetical it would be
If Earth could say,
In a voice floating up
Perhaps
From the floor
Of the Grand Canyon,
"It is done.
People did not like it here."
(Aslında Nazım'dan bir şiir yazmak istemiştim ama nedense blogger şiiri Nazım'ın tarzında yazmama izin vermiyor (ya da ben beceriksizim).)

Uzun lafın kısası, köşemi okuyan iki-üç arkadaşa bu yazıdaki son mesajım: Bir kitabın bize katabileceği belki de sadece içindeki tek bir cümle, tek bir paragraf olabilir. Ama enim olun o bir cümleyi elde edebilmek için bütün kitabı okumak bir zaman kaybı değil, insan olmanın gereğidir.
Görüşmek üzere efenim...

21 Ocak 2009 Çarşamba

We should buy a bar dude!

Pastanenin bahçesinde üç kişi... Bir masanın etrafına oturmuşlar; son iki tane çikolatalı açmayı 3 kişiye paylaştırabilmiş olmamın haklı ama kısa süren sevincini çoktan yaşayıp tüketmişler. Dekor bir pastaneden çok daha dramatik bir mekan olabilirdi, ancak ne yazık ki bu kadarıyla idare etmek durumundayız; zira 3 kişinin, avuç içlerine oturttukları, bebek kafası büyüklüğündeki şarap kadehlerini birbirlerinin burunlarına doğru sallayarak dertlenecek paraları yok. Açma ve çaya talim...
İçlerinden birinin gözleri yolda. Ah, hayır, sanmayın ki dalıp gitmiş, olmayan insanları, olmayan olayları, büyük hayalleri görüyor yolda. Yo, hayır, sadece otobüslerin numaralarına bakıyor.
İkincisi, "Birer çay daha söyleyelim mi?" diyor.
Üçüncüye de bunu onaylama rolü kalmış gibi görünüyor doğal olarak; ama hayır, onaylayan yine birinci oluyor. Üçüncü biraz sessiz. Sanırım, biraz sonra diğer ikisi içlerini dökmeye başlamışken dinleyici konumunda kalmaya bir hazırlık bu.
"Bu sene çok sıkıcı ve tatsız geçiyor," diyor birinci (gelin şu işi kolaylaştıralım, isimler Eins, Zwei ve Drei olsun). "Halbuki geçen sene ne kadar iyiydi," bir an duraklıyor Eins, "yaşadığımızı hissediyorduk."
Zwei, Eins'e büyük bir bilgelik sunmuş gibi bakıyor ve "Gerçekten de öyle," diyor trajedik bir biçimde. "Sürdürmek istediğim hayat bu değil. Yaşamak istediğim şey, bir şirketin modern kölesi olup 'Yaşa ve varol kapitalizm' nidalarıyla yaşlanmak değil;" Çayından bir fırt çekiyor, "tabi böylesi bir hayat çizgisinde, 'yaşlanmak' sınırını 35-40 yaşlarına yerleştiririm."
"İnsan, hayatını bir rutine -hele ki sıkıcı bir rutinse bu- bağladığında yaşlanmış demektir zaten," diyor Drei.
"Ya da, artık yaşamak istemediği bir hayatı yaşıyorsa..." diye tamamlıyor Eins.
"Madem sürdürmek istediğim hayat bu değil; madem ki beni yavaş yavaş öldürmeyecek bir iş yapmak, yaşamak istiyorum, o halde ipleri elime alıp çeviremez miyim hayatımın yönünü?" diye soruyor Zwei.
Eins cevap vermeden önce bir an sessiz kaldı - hatta çayından bir yudum almış olabilir, bakışlar Zwei'ın surat ifadesine kilitlendiği için bunu hatırlamak mümkün değil. "Biliyorsun ki, senin yaşamı yakalamanı sağlayacak herhangi bir kararını gözüm kapalı desteklerim," diyor Eins. "Ama your parents? Onlar da aynı sakinlikle karşılayacaklar mı bunu?"
Zwei acı acı güldü. "Bir düşünsene," diyor. "Bugüne kadar hep en iyi okullardan geçmemle, en iyi okullara girmemle, hayatımı 'Başarılı, rahatı yerinde, örnek bir vatandaş' çizgisine doğru kamçılamamla övünmüşler. Şimdi 'Oğlumuz mühendisliği filan bir kenara attı, bir bar açtı ve aynı zamanda yazar.' diyebilirler mi?"
"Sadece nihai mutluluğumuzu istiyorlar, biliyorsunuz bunu," diyor Drei.
"Sorunun temelleri burada yatıyor zaten," diye cevap veriyor Eins. "Mutluluğu iyi bir iş, iyi bir mevkiyle kazanabileceğimize inanmış ya da inanmak ister durumdalar."
"İstediğim bu değil, kendimi bile bile öldüremem," diyor Zwei. Eins'e bakıyor. "Benden iyi bir durumda değilsin."
"Ah, hem de hiç," diye cevap veriyor Eins. "Düşünsene, ben kendimi, benliğimi, kişiliğimi, hayattan alabileceğim zevki ve neşeyi sahnenin üstünde gezinirken, herkesi ve her şeyi unutarak yepyeni bir insana can verirken, bu canlanışı seyredenleri rutinin üstüne bir anlığına olsun çıkarırken bulduğumu farketmişim! Burada bulmuşum kendimi; bir bilgisayarın karşısında, bilmem hangi programlama dilinde, 'Noluyor lan, ne yapıyoruz hepimiz burada?!' düşünceleri eşliğinde satırlar döktürürken değil!"
"O halde soru belli bir noktaya geldi, dayandı," diyor Drei. "Ne için yaşıyoruz, ne yapmaya çalışıyoruz?"
"Ya da, istediğimiz hayat nedir? Bizim için 'iyi hayat' nedir?" die tamamlıyor Zwei. "Kimin için yaşamalıyız? Hayatımızın gidişatını çevremiz mi belirlemeli, kendimiz mi? Ya da kendi yolunu kendi açan ulu bir nehir gibi akışına mı bırakılmalı."
"Her ulu nehrin bir şelalesi vardır, biliyorsun," diyor Drei. "Yani yüksekten bir anda aşağılara indiği..."
"Ama ne muhteşem bir iniştir o!" diyor Zwei. "İnsan eliyle yapılmış, manipule edilmiş hiçbir kanal ulaşamaz o inişin görkemine!"
"Dengeyi bulmakta yatıyor huzur bana kalırsa," diye araya giriyor Eins. "Yani çevreni biraz olsun memnun et -zira buraya gelmende büyük katkıları var, vefa beklemeleri normal-, ama kendin için yaşa, kendi isteklerinle, kaygılarınla, arzularınla, korkularınla, hayallerinle... Kendi iniş ve çıkışlarınla..."
Zwei Eins'e bakıyor: "Dude, we should buy a bar!"
"Better, we should create a bar, our bar!" diyor Eins.
"What and who are we living for," diye yankılıyor Drei...

1 Ocak 2009 Perşembe

açıklamalar vs.

Birkaç soru aldım blog üstüne bunlara bir cevap vereyim diyorum.
"Yahu bir blog açtın hiçbir şey yazmıyorsun?" - Arkadaşlar allah sizi inandırsın kendi keyfimden değil, okula uğramayan bencileyin kaç zamandır proje dalgasına sıkışıp duruyorum. Mecburen oturup bir yazı yazamadım. Bu kadar işin arasında bir de yazı yazanlar kadar becerikli çıkamadık :)) lafım sanadır euphoricrush, cevap vermiş olayım :D

"Arkadaş Ting-a-Ling ne ki?" - Şimdi bu ismin bir anlamı var, blogun açılış sayfasında olunca da cuk diye yerine oturuyor. Caleye anlatınca "aa hakkaten güzelmiş" dediydi, şimdi anlatayım başkaları da desin (demezseniz de kendiniz bilirsiniz). Ting-a-Ling benim en sevdiğim yazarlardan Kurt Vonnegut'un bir kitabında geçen kelimedir. Vonnegut'un alter egosu, efsane kitap kahramanı Kilgore Trout'un bilimkurgu kitaplarından birindeki hayali gezegende, Ting-a-Ling aynı anda "hoşgeldiniz" ve "güle güle" manalarına gelir. Bu sebeple, hem sizin bloguma gelişinizi kutluyorum hem de sizi uğurluyorum. Daha ne istiyorsunuz?!

"Gilgongo ne?" Bu da Vonnegut kitaplarından alınma bir kelime. Türlerin aşırı şekilde çoğalması sebebiyle yokolma tehlikesiyle yüzyüze olan bir gezegende, gilgongo "extinct" anlamına gelir. Herhangi bir türün soyunun tükenmesine neden olan bir kişi kahraman ilan edilir ve gilgongo yazan pankartlarla uğrunda partiler verilir.

Buyrun efenim açıklamalarım. Yakın zamanda adam gibi bir yazıyla aranızdayım, beni takip etmekten vazgeçmeyin diye söylüyorum...

21 Aralık 2008 Pazar

-Senin dışarda işin yok muydu?
Cevap vermenin bile üşenilebilir bir insan uğraşı olduğunu tekrar tekrar farketmek hiç de hoş bir durum değil açıkçası. Küçücük, minicik bir cevap bile zor gelebiliyor insana.
"Hadi ama dostum, kendini diğer insanlardan farklı mı sanıyorsun! Herkes böyle davranır. Sen çok da özel değilsin."
Camdan dışarı bakmaya devam eden -elleri arkada bağlanmış- genç adam şöyle bir geriye doğru göz attı ve karşıdaki ağaca yeniden odaklandı.
- Aslında dışarı çıkmışken bankaya da uğrayabilirsin.
Banka mı? Piiiiyyy. Bankayla ev arası mesafe, çarpı, bankadaki kuyruk, çarpı, o berbat sıkıcılığın karesi, çarpı, çıkması kesin "kardeşim niye bize sıra gelmüyüüüü" kavgası.... Bütün bunları düşünmek bile beynin yalan merkezini harekete geçirmeye yeter.
- Yok benim dışarda işim.
"Ağaç biraz sağa mı hareket etti??"
- E hani sen diyordun dışarı çıkacağım diye?!
"Yahu var ya ne hain adamsın!"
- Yarın o yarın, bugün değil.
Genç ani bir salvoyla salonu terketti -hamle yerindeydi, zira konuşmanın sonu bankaların toplum hayatındaki yerini sorgulamaya kadar gidebilirdi- ve odasına girdi. Girer girmez de gözü telefona takıldı.
"Benim şu adamı aramam gerekiyordu yav. Arasam mı şimdi? Ya da dur sonra ararım..."
"Hahaha, tembelliğinin boyutları, eğer böyle bir şey fiziksel olarak mümkünse, hainliğinin boyunlarını aşıyor."
Genç o sinir bozucu sesi takmadı, taksa ne olacaktı ki? İhtimal bir: yeni yılda yapılacaklar listesi, ihtimal iki: sanırım midemi bozmuşum.
Koltuğuna oturup maillerini kontrol etti. Görünüşe göre yakın bir gelecekte bir sınavı vardı. Sevmediği bir işi yapmaya zorlanan insanların çoğunda görülen o eğlendirici -evet eğlendirici- surat ifadesiyle baktı ekrana.
"Öff sakın yine sınavların anlamsızlığından dem vurup sistem değişiklikleri önermeye başlama. Valla midem bulanıyor artık, her gün pırasa yiyen biri gibi oldum çıktım."
"Neyse," diye düşündü. "Çalışırız, hallederiz. Daha sınavdan bir gün önce olmasına birkaç gün var."
"Aslında bence sınavdan birgün sonra çalışabilirsin. Daha eğlenceli olur. Bir çılgınlık yapmaya ne dersin. Heh heh deli şey..."
Kalkıp odanın içinde dolanmaya başladı. O sırada, dünyada 10 milyar inek olduğu gerçeği geldi aklına. Bunun üstünde camdan dışarı bakarken kafa yormaya karar verdi. Zira hali ne olursa olsun, bir insanın camdan dışarı bakma lüksü her zaman vardır.
İneklerden başlayan düşünce zincirinin, ne ara badem bıyıktan -bir arpa boyu- çıktığını anlayamamıştı. Canı sıkkın, geri döndü ve koltuğa bıraktı kendini.
"Biri daha blog açmış be. Ben de mi girsem o işe acaba?"
"Yahu bırak allasen! Ben bilmiyorum muyum kaç yıllık beni?! Nereye giriyosun o işe!"
Genç accık yana kaykıldı, sesin üstüne oturmak için. Birkaç anlamsız söz öbeği, ve birazcık da küfür olabilir, çıktı bir yerlerden.
"Şimdi nereye buluyorsun kullanılmamış adresi," diye düşündü sıkıntılı sıkıntılı. "Bir sandviç ustası vardı sanki bir aralar," diye düşündü dalgın dalgın.
Demek ki neymiş? İşi kafada bitirecekmişsin....